ARNAVUT KALDIRIMLARI YIKILSIN

 

Makas gibi ayrılıyor sokak. Giderek açılan dev bir makas. Ürküntü veren, dar sokağın sonuna konuşlandırmışlar apartmanı. Evet! Doğru okudunuz. Konuşlandırmışlar, dedim. Mannheim’da bir getto. Nasyonal sosyalizm zamanından beri işletilen genelev hemen dibimizde. Babamın bizim için seçtiği yeni yuvamız kahverengi taşlardan devasa bir yapı. Ağır taşlardan, ağır ve kasvetli. Sanki bütün evler mevzilenmiş.

 

Ayrıca çok soğuk burası. Taşlar sert ayazı somurup üzerime savuracakmış gibi geliyor. Kış bitse de burası hiç ısınmayacakmış gibi. “Artık burada mı oturacağız,” diye soruyorum babama. Dudakları kımıldıyor ama gülüp gülmediğini anlayamıyorum. Bıyıkları yüzünden. Belki de gülmüyor. Genelevden bahsetmiyor bile. Kiranın ucuz, okulun yakın olması ona yetiyor. Bana yetmiyor ama! “Gri olduğunu bilirdim de buraların, oksijensiz olduğunu bilmezdim,” diyorum. Anlamamış gibi yüzüme bakıyor. “Bu evin balkonu yok, baba!”

 

Evin dışından gördüklerimdi bunlar. Asıl kıyamet içeride kopuyor. Banyosuz bir ev. Almanlar yıkanmadan mı temizleniyor, anlayamıyorum. Zihnim, evin krokisini saniyeler içerisinde çıkarıyor. Elli metrekarelik bir ev burası. Bir delik. Ve banyosu gerçekten yok. Mutfak kapısının arkasına duşakabin yerleştirmişler. Hemen yanında kıytırık bir lavabo. Mutfakta yemek pişerken yıkanacak, kurulanıp saçlarımı tarayacağım demek. Henüz daha yapmayı bilmediğim yemeklerden çıkacak kılları düşününce yüzüm asılıyor birden ve anneme kızıyorum. İlkokulda, bit yüzünden kesmişti hep saçlarımı. Şimdi burada olsaydı, yemeğe düşmesin diye keserdi. Ama yok. Annem yok. En az üç ay yok.

 

İki odalı bir ev burası. Amerikan filmlerindeki evleri bilirsiniz. Duvarlarında bet renkli, içler acısı kağıtlar vardır. Allı morlu çiçekler –bilhassa kurumuş olanlar- dallanıp budaklanarak evi eli geçirmeye çalışır. Zaten küçük olan oda, iğrenç duvar kağıtları yüzünden daha da küçülür. İşte öyle bir evde, beni yutmaya hazır dalların ortasındayım.

 

Balkona layık görülmeyen evimizin göğe bakmadığını da çok geçmeden anlıyorum. Pencereler hiç alışık olmadığım kadar yüksek. Manzaramda ise bu şahane apartmanın ikizi var. Bütün unsurlar, özellikle iç karartıcı olsun diye seçilmiş sanki. Sınırlı bir yaşam alanı, ihtiyaç olduğu kadar. Camdan cama yapılmış çamaşır ipine takılıyor gözüm. Çürümeye yüz tutmuş ama hâlâ inatla kullanılıyor. Aradaki yabancılık bu yolla belki bir nebze azalabilir.

 

Tam bu esnada karşı komşum penceresini açıyor, el sallıyorum ona. Hiç oralı olmadığı gibi tak diye kapıyor yüzüme pencereyi. Sokakta görsem tanımayacağım komşumla çamaşır asma yarışına gireceğim günleri hayal ediyorum sonra. Bu paslı makarayı önce kim çevirirse o kazanır. Sonra güçsüz kollarıma bakıyorum ve bizim çamaşırlarımız o günden sonra evin içinde, dolap kapaklarında, kapıların üstünde kurumaya başlıyor. O kazandı yarışı, zaten kazanan hep onlar. Bizim ev, önce duvar kağıtları yüzünden, sonra kurumak bilmeyen çamaşırlar yüzünden on metrekare daha ufaldı. Mikro bir yaşam. Buradan gelecek doğurabilir miyim, bilmiyorum. Daha kendime yerleşememişken bu eve yerleşebilir miyim, onu da bilmiyorum.

 

“Hazırlanın gidiyoruz,” diye sesleniyor babam. Dışarı çıkıyoruz. Açıklığa. Genişliğe. Havayı içime çekmeye çalışıyorum. Oksijen cimrisi bu memleketin bütün havasını ciğerlerimde depolamak istiyorum. Arabaya biniyoruz. Evlerin çoğu birbirine benziyor, bazılarının terasları var. Onların oksijeni ayaklarına geliyor. Yolları da bir garip Mittelstrasse’nin. Tekerler zemine tutunmakta zorlanıyor, sarsıla sarsıla ilerliyoruz. Yolun bitmesi için dua ediyorum. Dükkânlar, kiliseler, farklı farklı dillerde tabelalar... Sokaktaki insanlar kukla gibi görünüyor gözüme, sürekli sallandığım için onları sabitleyemiyorum. Sonra bütün sallantılarımı görünür yapan Arnavut kaldırımlarını yıkasım geliyor.

 

Bitmek bilmeyen dalgalanma durmalı. Rahatça düşünebilmeli insan. Sindirebilmek için, alışabilmek için durup beklemeli. Neden asfalt dökmezler ki yollara! Neden zorlaştırmak isterler her şeyi! “Bu şehrin ayakkabıcıları çok olmalı,” diyorum dönüp kardeşime. “Neden?” diye soruyor babam. “Kadınların düşmanıdır Arnavut kaldırımları,” diyorum. Kardeşim araya girip düzeltiyor: “Kadınların değil, yüksek topukların.” Kıkırdıyoruz, kibrit alevi uzunluğunda aydınlanıyor araba. Tabelalardaki üç rakamı gözümün önüne gelip duruyor boyuna, üç ay demişlerdi en son. Yalnızca üç ay! Çabuk geçer miydi otuz, altmış ve nihayetinde doksan gün? Hem niye vize vermezler ki annelere? Niye bölerler insanları görünmez yerlerinden! İnsan havasız, banyosuz, annesiz ölmez mi bu köhne sokakta!

 

**

 

Ölmezmiş. İki bin beş yüz elli beş gün geçse dahi ölmezmiş. Siz zahmet edip zorlanmayın, bu kadar çok günün yedi yıla tekabül ettiğini ben size söylerim. İnsan gözünde canlandıramadığı şeyi anlayamaz. Bence yaşamadığı şeyleri de anlayamaz.

 

Apartman kapısının ağırlığından bahsetmedim size hiç. O kapıyı açmak için kullandığım kuvveti, ömrümün geri kalanında görünür görünmez karşıma çıkan bütün kapılarda kullanacağımı henüz bilmezken, tek düşüncem kendimi dışarı atmaktı. Ne kadar çöp varsa -ruhsal ve fiziksel- geride bırakmak, bulutlardan sıyrılıp zatıalilerini göstermeyi beceremeyen güneşe bakıp: “Ben senden daha cesurum,” diye kibirlenmek en büyük keyfimdi.

 

Adımlarımın hızlı olmasının sebebini bile bu sokağa bağlıyorum. Genelev demiştim, hatırlayın! İşte bizim evin az ötesinde, yalnızca beş yüz metre ilerimizdeki o evden uzaklaşmak başlıca hedeflerimdendi. Gece gündüz durmaksızın yanan kırmızı fenerlerin altında, ipsiz sapsızı ağırlayan bu ucuz sokak, benim sokağım olamazdı. O yüzden süratliydi hep adımlarım. O yüzden süratli adımlarım... Kaçarak geçiyorum hayattan. Mittelstrasse’nin raylı yollarından, kahverengiden, hayatımı ikiye ayıran bu makastan, kirli gökyüzünden, ilk gençlik yıllarımın huzursuz günlerinden.

 

Fatma Türk

 

BERDÜCESİ - Sayı:10