BATILILAŞMA SÜRECİ VE AHMET MİDHAT EFENDİ
Başlarken
Bilindiği gibi sosyal bilimciler; felsefî, tarihî ve psikolojik bir hadiseyi anlatırken, daha ziyade bilimsel verilere dayanarak yazılarını kaleme alıp o şekilde belli bir sonuca varırlar. Sanat ruhlu insanlar ise okuyucusuna vermek istedikleri bilgiyi, hayal dünyalarında belli bir sanat süzgecinden geçirdikten sonra kurgulayıp, onları oluşturdukları karakterler ve kahramanlar vasıtasıyla vermeye çalışırlar. Bu tarz yazılı metodu ise daha ziyade hikâye ve roman yazarları kullanırlar.
Bu çerçevede Tanzimat’tan sonra eli kalem tutan hemen hemen tüm aydınlar, yanlış Batılılaşmayla ilgili yazılar kaleme alırlar. Yine bu dönemde tüm hikâye ve roman yazarları da bu konuyla ilgili eserler ortaya koyarlar. Bu alanda hemen ilk akla gelen yazar ve şairler şunlardır: Ahmet Midhat Efendi (Felâtun Bey), Namık Kemal (İntibah), Recaizade (Araba Sevdası), Hüseyin Rahmi (Şık)… Bu alanda başka roman ve hikâye yazan şair ve yazarlar da vardır elbette. Ancak yazımı uzatmama adına şimdilik bunlarla yetiniyorum.
Batılılaşma sürecimiz olan Tanzimat döneminde; eğitim-öğretim, sanat ve matbuat alanında birçok başarıya imza atan Ahmet Midhat Efendi’nin çoğu romanını tezli eser olarak kabul edebiliriz. Çünkü o, her eserinde felsefî olarak okuyucusuna bir şeyler aşılamak ya da vermek ister. Bu düşüncelerini bazen kahramanlar vasıtasıyla bazen de kendisi bir yazar olarak açıkça vermeye çalışır. Kimi zaman da vermek istediği düşüncesinin olumlu olumsuz taraflarını aktararak tercihi okuyucuya bırakır. Felâtun Bey ile Rakım Efendi, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Ahmet Metin ve Şirzad, Acayib-i Âlem ve Diplomalı Kız bunlardan bazılarıdır.
Yine az önce de ismi zikredilen Recaizade, Namık Kemal ve Hüseyin Rahmi gibi şair ve yazarlar, yanlış batılılaşmayı, birer karakter vasıtasıyla, sadece bir problem olarak ortaya koyarlar. Çözüm olarak pek de bir öneride bulunmazlar. Ancak Ahmet Midhat Efendi bu konuda yazdığı romanlarda, başta Felâtun Bey ile Rakım Efendi olmak üzere diğer romanlarında da birer kahraman vasıtasıyla hem bu yanlış batılılaşmayı, kendine göre ortaya koyar; hem de bir çözüm önerisi olarak başka bir ideal kahramanı onun karşısına çıkarır. Böylece asıl mesajını, düşüncesini ya da felsefesini, hayalinde ideal bir tip olarak kurguladığı, bu kahramanlar üzerinden ortaya koyar.
Bilgiyi Sevdirerek Kavratmak Meselesi
Tanzimat dönemi ve sonrasında Ahmet Midhat Efendiyle ilgili tenkit edilen konulardan birisi de, onun çok yazması, bu alanda adeta bir yazı makinası olması, roman ve hikâyelerinde olayları naklederken zaman zaman araya girerek uzun uzun bilgiler aktarması konusudur. Kanaatimce yazar, o dönemde yeni bir tür olarak edebiyatımızda yer alan roman ve hikâye vasıtasıyla hem okuyucularının okuma seviyesini yükseltmek istiyor; hem de zor olan bazı teknik bilgileri verirken onları eğlendirmek istiyor. Ya da zor ve sıkıcı olan bilgiyi onlara sevdirerek öğretmek istiyor. Bu tenkit edilen konu, günümüz eğitimcilerinin de üzerinde durdukları önemli bir konudur. Diğer yandan günümüz veli ve eğitimcilerinin en çok şikâyet ettiği konulardan birisi şudur: Nasıl yapalım da bu çocuklarımıza okumayı sevdirelim. Ya da nasıl yapalım da öğrenilmesi zor olan bir bilgiyi, çocuklarımıza sevdirerek ya da onları sıkmadan ve eğlendirerek öğretelim. İşte Ahmet Midhat Efendi, Batılılaşma sürecimiz olan Tanzimat döneminde tam da bunu gerçekleştirmiştir.
Yine roman ve hikâye, nesir türleri içinde en zevkle okunan eserlerdendir. İşte Ahmet Midhat Efendi de bu zevkle okunan kitaplarında bilgiyi daha neşeli hale getirerek sunmayı tercih etmiştir. Örneğin, Paris’te Bir Türk eseri, bir seyahat romanıdır. Ahmet Midhat bu romanında, Nasuh Efendi ve Zekâ Beyleri Paris’e göndermiştir. Bu iki zıt kahramandan Nasuh Efendi, orada karşılaştığı yabancılara; Türklüğü, Müslümanlığı ve Osmanlılığı savunmuş ve yaşantısında da bunları sergilemeye çalışmıştır. Diğer yandan yazar, bu roman vasıtasıyla gidilip görülen yerlerle ilgili hemen hemen her konuda geniş bilgiler vermiştir. Dolayısıyla bu romanı okuyan kişiler, Fransa ve Paris’le ilgili hem tarihî, coğrafî bilgiler, hem teknik bilgiler hem de oradaki yaşantıyla ilgili kapsayıcı bilgiler edinmiş olurlar. Acayib-i Âlem romanında da iki şahıs, Rusya’ya seyahate gönderilir. Suphi ve Hicabi daha önceki romanlarında olduğu gibi birbirlerine zıt karakterler değil, aynı düşünceyi paylaşan iki samimî arkadaştırlar. Din ve inançlarına bağlı olan bu iki arkadaş, fennî konularda araştırmalar yapmak için seyahate çıkmışlardır. Bu yönüyle roman, seyahat, tarih ve coğrafya bilgisine dayanan fennî ve ilmî bir eser niteliğindedirler. Suphi Bey, bekâr; Hicabi ise evli ve çocuk sahibidir. Suphi, tabiatta yaratılan her şeye aşk derecesinde bağlıdır. Evi, adeta tabiatta bulunan her türlü şeylerle bezenmiş bir laboratuvar gibidir. Burada bulunan her şey hakkında da, onların hayat serüvenini okurken hiç farkına varmadan ve bir roman tadında bilgi sahibi olmuş oluruz. Örnekler daha da çoğaltılabilir. Kısacası Ahmet Midhat, tüm roman ve hikâyelerinde günümüzde tüm eğitimcilerin üzerinde durduğu ve teknik ya da diğer konuları çocuklarımıza nasıl sevdirerek okutalım meselesini, yaklaşık 150 yıl önce keşfetmiş ve tüm eserlerinde de bunu uygulamıştır. Böyle olmakla birlikte bu konuda Ahmet Midhat Efendi zaman zaman eleştirilmiştir.
Batılılaşma Nasıl Olmalı
Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden biri olan Ahmet Midhat Efendi, Batı tesirindeki edebi ürünlerin hem ilk örneklerinin ortaya konmasında hem de bu yeni türlerin ve anlatım biçiminin geleneksel bir toplumda kabul edilmesinde büyük emekleri olan isimlerden biridir. Özellikle Batılılaşma ve Batı’yla münasebetlerin nitelikleri hususunda yazar çok sayıda eser kaleme almıştır. Diğer bir kısım Tanzimat yazarları gibi tekrarlamaktan asla vazgeçmediği “kendi kalarak Batılılaşma” fikri, Ahmet Midhat’ın da en önemli meselelerinden birisidir. Onun eserlerinin, içerdiği fikirler ve işaret ettiği hususlar bakımından da döneminde son derece kıymetlidir.
Hak Ettiği Bir Ödül
Bilindiği gibi Ahmet Midhat, hayatı boyunca toplumu oluşturan tüm kesimlerin eğitimine sadece gayret sarf etmekle kalmamış, görevi başında iken ve bir öğretmen olarak yetim ve kimsesiz çocukların okuduğu Daruşşafaka’da hayata veda etmiştir.
Hâlbuki üst düzey bir bürokrat olarak emekli olup Beykoz’daki çiftliğinde hayatının son günlerini huzur ve rahat içinde geçirme imkânına sahipken onun, bu emeklilik yıllarında bile insanüstü bir gayretle öğretmenliğe talip olması, birkaç kurumda birden derslere girmesi, tedris heyeti başkanlığı gibi eğitimi geliştirmeye yönelik çalışmalara iştirak etmesi ve onlarca ders kitabı yazması, yazarın eğitimci unvanını almayı sonuna kadar hak ettiğini göstermektedir. Üstelik yazar, eğitime o kadar önem vermişken, hem fiilen hem de kalemiyle bu alanda elinden geleni yapmışken, siyasi konjonktürden dolayı Osmanlı devletinde ilk defa 1910 yılında ihdas edilen Maarif Nişanı, yayıncılık ve çeviri alanında yaptığı katkılardan dolayı (Ahmet Midhat henüz hayattayken) Ahmet İhsan Tokgöz’e layık görülmüştür. Buna rağmen Ahmet Midhat’ın değil herhangi bir küskünlük göstermesi, ondan sonra da tüm gücüyle çalışmaya devam etmiştir.
Batı Medeniyeti
Ahmet Midhat’ın ilerleme, Batı medeniyeti ve benzeri hususlarda son derece soğukkanlı ve seçici bir tavra sahip olduğunu söylememiz gerekir. Her ne kadar göz kamaştırıcı olursa olsun Avrupa ve zenginlikleri, onda hiçbir zaman hayran kalınıp karşısında çaresizlik duyulacak bir ruh hali oluşturmaz. Dolayısıyla yazar, Batı’yı hayranlıkla izlemek yerine analiz etmeyi ve sadece işe yarayan kısımlarını dikkate almayı tercih eder.
Bu anlayışla kendini körü körüne bir Batı hayranlığının pençesinden kurtarabilen yazarın asıl amacı, Batı’dan faydalanarak Osmanlı mülkünün ve milletinin eksik kalan taraflarını tamir etmektir. İnsanın en çok kendine ait olan varlıkları sevdiğini, onlara değer verdiğini belirten yazar, bundan dolayı başka memleketlerin gelişmişliklerine hayran kalmak yerine, kendi mülkünün aksayan taraflarını onarmak gerekir. Birçok eserinde Tanzimat’ın ilanıyla birlikte İstanbul’da alafranga tavırların hükmünün gittikçe arttığına dikkat çekmiştir. Osmanlı toplumunda görülen kültürel Batılılaşma noktasında ise Tanzimat’ı kendine bir milat olarak belirlemiştir.
Ahmet Midhat, modernleşme çabalarının mağlubiyet hissinden bağımsız bir akılla yürütülmesi gerektiğine inanır. Ona göre, Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu maddi geri kalmışlık giderilemeyecek bir eksiklik olarak görülmemelidir. Ahmet Midhat’ın en keskin düşünce çizgilerinden birini oluşturan bu umdeye göre milletler bazı dönemlerde maddi bakımdan diğer milletlerden geri kalabilir. Bugün mağlup olan bir devlet veya bir milletin yarın tekrar galip gelmesi imkânını kimse reddedemez. Yazar için en kritik husus, bu geriliğin bir çöküş psikolojisine dönüşmemesidir.
O, Avrupa medeniyetinin kökenlerine ve hâlihazırda yaşadığı tıkanmalara da işaret eder. Ahmet Midhat açısından Avrupa’da görülen gelişmelerin maddi bakımdan örnek alınabilir görülmesine karşın, manevi ya da kültürel bakımdan ortaya çıkan yeni toplum düzeni, Osmanlı kültür dairesinin tahammülü dışındaki yeni bir hayat tarzına işaret etmektedir. Dolayısıyla bir toplum modernleşirken dini ve geleneksel değerlerini de muhafaza etmesi gerekmektedir. Bu bakımdan modernleşmeye yeni başlayan toplumların söz konusu ayrımı dikkate almaları halinde bu tuzağa düşmeme şansları olduğunu ifade eder. Yazara göre Batı toplumları, bu şansı yitirmiş durumdadır.
Avrupa Entellektüelinin Doğu Medeniyetini Tanımaması
Ahmet Midhat Efendi, Hristiyan Avrupa’nın Doğu ve İslamiyet hakkında asırlar süren bilgi eksikliğiyle malul olduğunu da zaman zaman vurgular. Ona göre günümüzde dahi bu bilgi eksikliğinden kaynaklanan birçok yanlış düşünce hâlâ gündemde kalmaya devam etmektedir. Bu düşüncelerin içerikleri, zaman zaman aklı başında insanların alaycılıkla gülümsemelerine neden olmaktadır. Avrupalı olan bazı sıradan bireylerin bile bu düşüncelerden derinden etkilendiğini dile getirmek için zaman zaman kurmacanın imkânlarına da başvurmaktan geri kalmayan yazar, bu yaklaşımını Acayib-i Âlem adlı hacimli romanında da dile getirir.
Ahmet Midhat’ın karşı çıktığı düşüncelerden biri de Avrupalı entelektüellerin Avrupa medeniyetinin yalnızca Avrupa sınırları içinde ve Hristiyanlık öncülüğünde oluşturulmuş saf bir medeniyet olduğu düşüncesidir. Bu medeniyetin Hristiyan Avrupa’nın tek başına oluşturduğu bir medeniyet olmadığını savunur ve bazı örnekler de sunar. Benzer karşı çıkışları Ahmet Metin ve Şirzad adlı romanında da ortaya koyan yazar, düşüncelerinin doğruluğunu ispat etmek amacıyla İslam bilim ve medeniyet tarihinden bazı sayfaları okurlarıyla paylaşarak Avrupa medeniyetinin kökeninde Müslüman bilim adamlarının yaptığı çalışmaların bulunduğunu vurgular.
Avrupa kökenli kaynakları ve müellifleri okuyan gençlere de önemli uyarılarda bulunan Ahmet Midhat, okunan satırların, karşılaşılan düşüncelerin ciddi bir eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerektiği konusunu da onlara hatırlatma ihtiyacı duyar. Avrupa kökenli felsefi düşünceleri de aynı yaklaşım içerisinde ele alan yazar, bu fikirlerin dikkatli bir biçimde eleştiri süzgecinden geçirilmeksizin kabul edilmesinin sakıncalarını da ortaya koyar. Bu fikirlerin ortaya çıkma nedenlerinin ve müelliflerinin düşünce dünyalarının bilinmemesi halinde, gençlerin kendi kültürlerine yabancılaşarak toplumlarına yabancı bir birey haline gelecekleri konusunda da okuyucularını bilgilendirir ve bu uyarıyı yapmayı da önemli bir “vecibe” sayar.
Şark İnsanına Tavsiyeler
Ahmet Midhat, eğitim gören gençlerin hem Doğu hem de Batı’nın üstün niteliklerini almaları gerektiği düşüncesini ifade ederken iki ismi örnek verir. Bu isimlerden biri damadı Muallim Naci, diğeri ise fikri bakımdan uyuşamasa da aralarında derin bir dostluk ilişkisi bulunan Beşir Fuat’tır. Bu isimlerin en büyük eksikliğinin yalnızca bir medeniyetin inceliklerine vakıf olmalarını gösterir. Ona göre yalnızca bir medeniyetin inceliklerine vakıf olurken diğeri hakkında neredeyse hiç bilgi sahibi olmamak Osmanlı elitinin ve gençliğinin en büyük sıkıntılarından birisidir.
Hayatını hazin bir intihar girişimiyle sonlandıran Beşir Fuat’ın Osmanlı toplumunda doğup büyümesine rağmen kendi kültürünün temel umdelerini bile Batılı kaynaklardan öğrenmesinin, onun acı sonunda payı bulunduğunu düşünür. Bu bakımdan eğitimli bir Osmanlı gencinin/münevverinin Kur’an-ı Kerim gibi temel bir kaynağı bile Fransızca çevrisinden okumasını kabul edemez ve böyle bir adam için bunların ne yaman noksanlıklardan olduğuna da dikkatleri çeker.
Bu eksikliği derinden yaşayan ve kendi kültürünün kodlarından, kaynaklarından ve niteliklerinden haberdar olmayan genç ve eğitimli bir kesimin oluşmaya başladığını hisseden yazar, bu kesimi eleştiren birçok kurmaca karakter ortaya koymuştur. Bunların en bariz örneğinin, Felatun Bey olduğu bilinmektedir. Bu karakterle “züppe” tipinin kurucusu olmayı da başaran Ahmet Midhat’ın okuyucuları dehşete düşüren en ürpertici karakteri ise Jön Türk romanındaki Ceylan’dır. Hem bir kadın olması hem de fikirleriyle bir eleştiri halesi içinde çizilen Ceylan karakteri, yazarın özellikle genç okurlarına sunduğu keskin bir örnektir. Bu örnek adeta zihnen Batı’ya bağımlı olma halinde yaşanabilecek kötü son hakkında okurları oldukça net bir biçimde uyarmaktadır.
Netice-i Kelam
Eğitim-Öğretim, Doğu-Batı çatışması, modernleşme ve kültürel değişim gibi birçok önemli konuyu eserlerinde işleyen Ahmet Midhat’ın, bu konularla eğitimi yakından ilgili gördüğü anlaşılmaktadır. O aynı zamanda eğitimi birkaç farklı işlevi birden ifa eden merkezi bir konumda görür. Yazara göre eğitim, her toplumda, hem teknik hem de ortaya çıkmasını sağladığı bilinç itibarıyla önemli ve hassas bir konudur. Bu bakımdan kendini eğitim sahasının hiçbir zaman dışında görmeyen Ahmet Midhat, kaleme aldığı eğitim içerikleriyle olduğu gibi hayatının değişik dönemlerindeki öğretmenlik faaliyetleri ve eserlerinde güttüğü amaç bakımından da önemli bir eğitimci olarak görülmelidir.
Eğitim hakkında ortaya koyduğu değişik yaklaşımlar ve istekler, yazarın modernleşme düşüncesiyle ciddi benzerlikler de göstermektedir. Buna göre yazar için en önemli husus, eğitimin kalben ve fikren kendi toplumuna bağlı, kendi değerlerinin farkında olan; ancak diğer kültürleri de yakından tanıyan gençler yetiştirmek olmalıdır. Bu bakımdan yazarın eğitimin “milli” niteliğine erken tarihlerde yaptığı vurgu, kanımızca çok önemlidir. Ahmet Midhat, bu düşünceleriyle de birçok alanlarda olduğu gibi, ilklerle anılmayı hak eden önemli bir isim olduğunu ifade etmekte de fayda görüyorum.
Kemal Timur
BERDÜCESİ - Sayı: 11