BİR GÖLGEYİ SAYIKLAMAK

 

İnsan, kalbinde defalarca yaşanana çoktan yenilmiştir de yeni bir yol yeni bir senaryo ihtimalini yoklar durur. İşte şimdi, aynı senaryonun farklı bir sonla biteceğine dair inancımı aldım avucumun içine, ellerimi ısıtıyorum.

 

Yemeden içmeden nasıl kesildiğimi, belime kadar inen saçlarımı rengârenk boyayıp sonra kısacık kestirdiğimi, bedenime nasıl zulmettiğimi, uyumak için bin bir gece masallarını hatmettiğimi ve bin bir çeşit ot içtiğimi, unutmadım. Kaynatıp içtiğim otların midemi nasıl bulandırdığını, boğazım tahriş olup şişene kadar öğürdüğümü, öğürerek içimdekileri öğüttüğümü düşündüğümü… O günü olduğu gibi hatırlıyorum. Yine de buradayım.

 

İkindi serinliğinin içimdeki yangına kafa tutmasını görmezden gelip avucumun içindeki çay bardağını döndürmeye devam ediyorum. Zaman, heyecanımla yarışır hâlde dörtnala ilerliyor. Geldiğimden bu yana geçen saatleri artık sayamıyorum.

 

Değnekçilerin, okuldan çıkan öğrencilerin, paydos yapmış işçilerin, zabıtadan kaçan seyyar satıcıların telaşını izlemeye alışık, burada oturup sakince çayını yudumlayanlar. Hemen kapının önüne dikilmiş bir küllüğe izmarit üstüne izmarit basanlar; sokağın bu gürültüsüne, bu çok renkliliğe, bu pespaye gösterişe aşinalar. Ben değilim. İkinci defa geliyorum buraya. Kendimi senin yüzünden zayıf, eksik ve hatalı gördükçe, benden başka herkes gitgide güçlenip büyüyor da bir ben küçülüyorum sanki. Yine de kıpırdamadan, ikinci kez seni bekliyorum.

 

Gelmediğin ilk seferde yaşadığım hayal kırıklığı ne insanlık bırakmıştı sende ne de adamlık. Aylardan eylül müydü ekim miydi hatırlamıyorum ama günlerden cumartesiydi. Ruhumu kaplayan bu huzursuzluğun ve can sıkıntısının bir ömür beni bırakmayacağından emin olarak günlerimi geçirdim. Geçirdim dediysem, hayal kırıklığından yaşlanan yüzümün çizgilerini her sabah aynada izlememden değil, meydanımı ihtilal, ufkumu kör karanlığın sardığı* uykusuz gecelerimden bahsediyorum.

 

Aynı ilk seferde olduğu gibi ilerliyorum. Sanki herkesin her şeyi bildiği bir yerden geçip oturuyorum aynı sandalyeye. Benim yürümeye yenice başladığım zamanlarda senin ortaokula gidişini, ben liseye başladığımda çoktan iş hayatına atılışını, aramızdaki on iki yaşı yeniden parmaklarımla hesap ediyorum. Çantamdan küçük bir ayna çıkarıp yüz hatlarımı inceliyorum. Sonra da senin yüz hatlarını hayal ediyorum. İnsan, aklının kıyılarında dolanan her şeye inanınca nasıl da derinlere çekiliyor; dehşete kapılıyorum. Kendi kendime içimde yeşerttiğim tüm hisler için, haklı bir bahaneye sığınıyorum: Hissizlik, insanı insan olmaktan çıkarır.

 

Mekânın otomatik kapısı, girip çıkanlarla birlikte bir açılıp bir kapanıyor. Kapının istemeyerek yolcu ettiği herkesin arkasından tuttuğu yası, beraberce öğütüyoruz. Dışarıda batmaya yüz tutan güneş, içimde bir öfkenin doğmasına sebep oluyor. Servis elemanının “bir çay daha alır mısınız?” sorusuna öfkeden kontrol etmekte zorlandığım bir ses tonuyla karşılık veriyorum. Servis elemanı şaşırıyor, diğer masalardaki insanlar şaşırıyor, otomatik kapı şaşırıyor. Her şey bir süreliğine duraksıyor. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Kapı, dışarıya çıkmaya çalışanları bırakmıyor. Servis elemanı seğirterek açılmayan kapının yanına gidiyor. Kapı el yordamıyla açılınca mekân olağan seyrine dönüyor. Ben dönemiyorum.

 

- “Gelemiyorum, özür dilerim.”

 

Ya da gelmediğini bildiren başka kelimeleri yan yana sıralıyorsun. Ne yazdığının ne önemi var? Sonuçta gelmiyorsun… İçimi bir pişmanlık kaplıyor. Mesaj ekranından çıkıp yeniden giriyorum. Beni huzursuz eden o hissiyat yeniden peyda oluyor. Gelemeyeceğini bildiren kelimeler yan yana dizilmiş, gözlerimin içine bakıyor. Gelmeyeceğini bildiren kelimelerle doluyor gözlerim. Sonra bir damla düşüyor telefonun ekranına. Ekran muğlak bir hâl alıyor. Az önce saklayamadığım öfkemden nasibini alan servis elemanı, masaya çayla birlikte peçete bırakıp sessizce uzaklaşıyor yanımdan. Ben uyanıyorum. Dışarıda yağmur tıpırdamaya başlıyor. Burada ne işim olduğuna dair bir sorguya başlayıp, içimle savaşıyorum.

 

Saatin akşam vaktine yaklaşıyor olması büsbütün keyfimi kaçırıyor. Otomatik kapıdan girmen gereken vakit çoktan geçti. Yine de bu kez söz vermiş olmana güveniyorum. Yağmurun belli belirsiz ıslattığı sokakta yalın ayaklarıyla koşuyor iki çocuk, gülümsüyorum.

 

İkinci kez de gelmezsen, bu acımasız hatıra ömrüm boyunca içimi kemiriyor olacak. İlk gelmeyişini yeniden hatırlatıyorum kendime. Usanmadan, bıkmadan tekrar ediyorum. “Çaresizce evine dönmüştün,” diyorum. “Hüzün, benliğini helak etmek isteyen bir tufan gibi saldırmıştı kalbine hatırla,” diyorum… Kendimi suçluyorum, seni suçluyorum. Gözlerimden aşağı süzülmesi an meselesi olan yaşları var gücümle sabit tutmaya çalışıp, saatime bakıyorum. Telefonun karanlık ekranına yansıyor yüzüm, gözlerimin içine bir çaresizlik çökmüş. İlkiyle aynı. Acaba diyorum, dışarıdan bakınca gözükür mü bu? Küçüklüğümden aşina olduğumun aksine, rengim sarıya kaçmış. Benzim boğuk bozgun bir hâl almış. Dudaklarım bir zelzeleye yakalanmış titriyor. Koca bir taş parçası kayıp kursağımdaki ölümsüz umuda takılmış, gırtlağımı parçalıyor. Gelmek istemiş olduğundan emin ama gelemediğine üzgün, en azından niyet ettiğine sevinerek ilk hıçkırığımı bırakıveriyorum. İlk seferde. Şimdi farklı, şimdi ikinci seferdeyiz. İşte şimdi, aynı senaryonun farklı bir sonla biteceğine dair inancımı aldım avucumun içine, ellerimi ısıtıyorum.

 

Otomatik kapı, gelenleri aynı eylemle buyur ediyor. Gidenleri de aynı hüzünle yolculuyor. Güneş batarken bir gölgeyi sayıklıyorum. Şehir, karanlığa yüz çalıyor. Çantamı toplarken, kapı olduğundan farklı açılıyor, ya da bana öyle geliyor… Kafamı kaldırıp bakmaya cesaret edemiyorum. Duymamışçasına çantamla uğraşmaya devam ediyorum. Bana hediye ettiğin kitabı ilk kez görüyormuşum gibi bir sevinçle çantamdan çıkarıp masanın üstüne koyuyorum. “O ve Ben” Kafamı kitaptan kaldırıp kapının olduğu tarafa çeviremiyorum.

 

İnsan, kendini kaderinin içinde nasıl da bir hiçe çeviriyor, şaşıyorum.

 

Hümeyra Yabar, Kilis’te doğdu. Üniversitede Psikoloji bölümünde okudu. Aile Danışmanlığı eğitimi aldı. Yetişkin, çift ve aile psikoterapistidir. Uykusuz Meyveler ve Hayvan Geçidi adlı iki öykü kitabı vardır. Bir Kulübe isimli ilk romanı Aralık 2022’de çıktı. Karabatak ve Sabitfikir dergisi başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazılar yazıyor. Fabl, masal, şiir ve psikanalizi harmanladığı öyküleri bir tarafıyla sımsıkı realiteye bağlıdır. Hayvan Geçidi’ndeki öyküler, modern fabl niteliği taşıyıp aklımıza gelebilecek pek çok hayvanı insana ait özelliklerle estetize etmiştir. Uykusuz Meyveler’deki öyküler ise kendi tabiriyle meyvelerin rüyasından ödünç aldığımız şiirsi imgelerin deryasıdır. Bir Kulübe ise yazarın insanla tabiat ilişkisini ele aldığı romanıdır.

 

Tuğçe Öcal

 

BERDÜCESİ - Sayı: 9