CİHANŞÜMUL

 

Meşhur olamadan öldü. Anası sabah yatağında üç metre uzanmış kıpırtısız yatıyor buldu. Göğermeye başlamıştı. Gözleri cam gibi açık. Ağzı hafif aralık. Kadın, yakınına kadar gitti. Buz gibi kızına baktı. Ellerini tuttu. Bıraktı. Yana kukla kolu gibi düşüverdi iki ölü kol. Bağırdı çağırdı. Saçlarını yoldu. Dizlerini dövdü. Kızım kalk, diye binayı inletti ama kız oralı olmadı. Ölüler oralı olmazlar. Babası geldi sonra. Ceket herif. Gözlerini ovuştura ovuştura. N’oluyor kadın n’oluyor? Zıkkımın kökü oluyor. Bunların ağırdan alışı, hiç hesap sormaya hakları yokken hesap sorar hâlleri. Bunların dünya yıkılırken mangalın ateşini söndürmemeye dair düştükleri telaşları. Kızımız ölmüş, kızımız kızımız gamsız adam, diye yıktı kadın ortalığı. Dondu kaldı adam. “Akşam iyiydi ya yavrum.” dan başka bir şey diyemedi.

 

Komşular toplandı. Uzaktan akrabalar geldi. Kolonyayla bilekler ovuldu. Kavrulmuş un kokusu kızın evini sardı. Unun rengine ihtimam gösterildi. Unun rengine ve bilumum lüzumsuz şeylere ihtimam gösterilen yere dünya denir. Coss diye şerbet döküldü sonra. Kızın cenazesi, o meşhur olamadan ölüveren kızın cenazesi, musallaya getirildiğinde helvası şerbetle buluşturulmuştu. Ne aceleleri vardı acaba? Hatun kişi niyetine, denildiğinde hıhlayarak tencere kenara alınmıştı. Eline sağlık, dedi yardım edeni. Allah kabul etsin, dedi asıl emekçi. İnsan, sormaktan kendini alıkoyamıyor: Allah tam olarak neyi kabul etsin? Helvayı mı?

 

Anasını kendine getiremediler. Gencecik kızdı hani. Sağlığı sıhhati yerinde. Yanakları al al. Yürüdü mü yol kendine çekidüzen veriyor. Akıl alacak iş mi? Ölümün akıl alacak iş olduğunu bunların kulağına kim fısıldadı? Sekteikalpten öldü. Ben biliyorum. Onlar henüz bilmiyor. Adli tıp, önlerine raporu getirince okurlar. Okul korosunda hep türkü çığırtırlardı rahmetliye. Sesi bülbül gibiydi. Kendisi sülün. Derken derken ilçenin ufak korosunda kendine yer de bulmuştu. Belediyenin zemin katında karanlık bir odada toplaşırlar, memleketin yanık türkülerini buradan havalandırırlardı. Türküler, alt kattan dolana dolana belediyenin üst katlarını sarar, memurlar zaten olmayan işleriyle uğraşırken keyifli keyifli eşlik ederlerdi koroya. Dünya ne acayip yer. Bir gün önce türküsüne eşlik et. Ertesi gün cenazesine eşlik et. Bir gün önce elini öp. Bir gün sonra tabutundan tut. Bir gün önce sev. Bir gün sonra nefretten titre. Korodaki oğlana da hafiften yanıktı kız. Oğlanın sesi ve kaşları öyle gürdü ki kız ona baktıkça süzüm süzüm süzülüyordu. Gelgelelim, oğlanın bu uzak sevgiden haberi yoktu. Kızın öldüğünü duyunca: “Ahh,” demişti. “Pek de yetenekliydi. Çürüyüp gitti bu ufak ilçede. Allah rahmet eylesin.” Oğlan bir seneye varmadan evlenecek; koro arkadaşının siması, yeteneği, hiçbir şeyi kalmayacaktı geride.

 

Ev o gün doldu doldu taştı. Akrabalar, komşular, kızın arkadaşları derken nefes alamadı ev. Uzaktan bakanlar, bu evin cenaze evi olduğunu anlarlardı. Hem ulur gibi ağlayışlar hem de beyazına acı sinmiş ışıklar. Işıklar. En çok beyaz ışığa acı siner. Kızın odası bile doluydu. Ne gelmiş ne uğramış, dediler. Ana baygın, baba suskun. Teyzeler çay servisinde, halalar eleştirel yardımda. Ev, bir değirmen gibi işledi geç vakte kadar. Eh, herkes herkesin acısını uykusu gelene kadar sırtlanır. Sırtlanır gibi yapar ya da. Geç vakit birkaç yakın akraba dışında evde kimse kalmadı. Düğünü duyan insanlar gibi hep birlikte boşalttılar cenaze evini.

 

Anasına sakinleştirici yaptılar. Babası zaten sakindi. Ona da ağlatıcı vursalardı iyiydi. Zorla da olsa uyuyakaldılar. “Bey,” dedi kadın uyumadan. “Kuru toprak, sırtını acıtır. Soğuktur.” Adam sustu. “Uyu hadi,” dedi. “Sabaha kadar yaranı unut.”

 

O gece rüyalarında kızlarını gördüler. Kocaman bir çayırlıkta beyaz çiçekli bir elbise üzerinde. Boşluğa türkü söylerken. Sanki çayırlığın ötesinde yükselen ormana konser verir gibiydi. Adam da kadın da kıza doğru koştular. Kadın rüyasında sevindi. Ama nasılsa aklı başındaydı. Gerçek ve rüya o an cenge tutuştu. Öldü kızım öldü, hayır işte yaşıyor. Öldü. Yaşıyor. Acı ve mutluluğun çarpışması, acının tek başına gelmesinden daha çok yaralar insanı. Rüyanın ve gerçeğin çarpışması yani. Hele gerçek galipse bir de. Kızlarına doğru koştular. Ama rüyada koşunca aynı yerde kalırdı genelde insan. Kız, onlar koştukça uzaklaştı. Sonra pes edip bıraktılar koşmayı. Oldukları yerden dinlemeye koyuldular kızın yanık yanık havalandırdığı türküyü. Kadın iki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. Rüyasında da gerçeğe yakındı. Adamın gerçeği de rüyası da birdi. Üzülüyordu ama tevekkül elbisesi önce ona giydirilmişti. Kız, türküyü söyledikçe kadın hıçkırıyor; adam daha da sessizleşiyordu. Çayırlıktan bir sürü kuş havalandı. Kız bir aralık arkasına döndü. Gülümsedi. Kadın, tutuşan bir buğday tarlasına döndü o an. Ölüleri gülümserken görmeye dayanamayız.

 

O gece, kızı rüyasında teyzeleri de gördü. Sonra dayıları, amcaları. Yakın uzak akrabaları. Korodan arkadaşları. Hepsi. Hepsi birbirinden habersiz kızın çayırlık ortasında havalandırdığı türküyü dinlediler. Hepsi de aynı noktadan. Gerçek, aynı yerde aynı zamanda olma hakkını vermez. O yüzden savaşlar var. Oysa rüyalar öyle değildir. Ayaklar aynı yere bastı. Kız, türküsünü aynı yerde söyledi. Çamlık, usul usul devinerek dinledi tüm rüyalarda. Ama kimseye bastığı yer sıcakmış gibi gelmedi. Kız, anasına babasına baktığı gibi dönüp arkasını onlara da baktı. Yakın akrabalar, uzak akrabalar, ilçeden alakasız alakasız insanlar rüyalarında bile ertesi gün kızın anasına babasına sizin kızı rüyamda gördüm, diyecek olmanın heyecanını güttüler. Ölmüş birinden haber getirirdi rüyalar. Herkes, kızın gülüşünü yerinin iyi olduğuna yorup teselliyi böyle verecekti.

 

Hadi ilçe gördü ya. İldekiler, ülkedekiler. Başka başka ülkenin her yerinden insanlar. Hepsi o gece kızı çayırlıkta türkü söylerken gördüler. Herkes, kendi ülkesinin en sevdiği halk şarkısını söylerken gördü. İrlandalı mesela iki ayağını ritim tuttururken gördü. Balkanlardan rüyaya dâhil olanlar, ormanı yadırgamadılar ama çölün ortasındaki memlekettekiler kızı mı dinleseler ormanı mı seyretseler bilemediler.

 

Kız, türküsünün bir yerinde duruyor. Arkasına dönüyor ve gülümsüyordu onu izleyeni. Tüm dünya, aynı rüyada kim olduğunu bilmedikleri bu kızın gülüşünü izlediler. Onlar da ona gülümsediler. İçlerinde acıma olmadı. Çünkü bilmiyorlardı ki bu kız bir mevtaydı. O yüzden bilmemek onları üzülmekten korudu.

 

Kızın ülkesindekiler de üzülmedi.

Kızın ilinde yaşayanlar da.

Kızın ilçesindekilerde bir sızı oldu tabii. Bilmenin sızısı.

 

Güneş doğarken en erken anası uyandı. Sonra babası. İkisi de yorgun. Ormanda koşmuş gibi.

 

Birbirlerine anlatmadılar rüyalarını. İlçedekiler de kahvaltılarını büyük bir ketumlukla yaptılar. Ölü evine koşup olanca ballandırmayla ilk anasına anlatacaktı her biri. Ölenin gittiği yerin hayırlı olduğu kendisine bildirilen her biri, ermiş gibi hissetti kendini.

 

Kongolu bir çocuk, annesine beyaz bir kadının rüyasında şarkı söylediğini anlatırken şaşkındı. Annesi, onun üç misli şaşkın. Rüyayı duyan evin babası dokuz kat şaşkın.

 

Fatma Ünsal 

 

BERDÜCESİ - Sayı: 11