ÇOCUK FITRATI VE GAZZE

 

Ahsen-i takvim üzere yaratılan ve hilafet görevi tevdi edilerek şereflendirilen insan, okunması gereken en önemli âyetlerden biri olarak görünmüştür her zaman. Zira şairin “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” dizelerinde de ifade edildiği üzere hem kâinatın özüdür insan hem kâinatın gözbebeği. İnsan küçük bir kâinat, kâinat kocaman bir insan. Bu sebeple ne kadar değerlidir insanları anlamaya ve tanımaya çalışanlar ve ne kadar kıymetlidir tüm bu çabalar.

 

Kâinatta var olan herhangi bir şeyin bir diğerinin tıpkısının aynısı olma ihtimalini barındırmaması her insan ferdinin biricikliğini de zorunlu kılıyor. Kimse kimsenin, bırak aynısı kopyası bile değil, herkes nev-i şahsına münhasır. Parmak uçlarından diş izlerine, gözlerin irisinden ses tellerinin dizilimine kadar herkes fiziksel açıdan ne kadar özel ve ne kadar güzelse tabiatı yönüyle de öyle. Ne bütün kötü huylar tek insanda toplanmış ne de bütün güzel huylar. Bakıyorsunuz, birinde bir güzellik baskın diğerinde bir başkası. Ya da birinde bir kötü huyun izi var diğerinde bir başka kötü davranışın lekesi. Bazen de ummadık taş baş yarıyor ve insana, “Harabat ehlini hor görme Zâkir, defineye mâlik viraneler var.” dedirtiyor.

 

Lakin bir de fıtrat var ki her bir insanın varlığına yüklenmiş bir yazılım olarak herkeste ortak noktalar barındırıyor. Mesela Allah her bir insan evladını misak üzere yaratmış. Küfrü o fıtrata çirkin gösterirken imanı sevdirmiş, fısk ve fücurdan nefret ettirirken ahlaki ilkeleri beğendirmiş, zulmü değil adaleti istetmiş. Ama insan yaş aldıkça yavaş yavaş fıtratından uzaklaşabiliyor, bunu bazen fark ediyor bazen fark bile edemiyor. İşte tam da bu noktada bebekler ve çocuklar bizim fıtratımızdan ne kadar uzaklaştığımızı ya da onu ne kadar muhafaza ettiğimizi belirlemede bir mihenk taşı görevi görüyor ve bence bebekliklerinden itibaren yetişkinler çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışsalar da esasında en güzel ve en zarif öğretmenliği bebekler/çocuklar yetişkinlere yapıyor. O yüzden yaşamında bazı şeylerin ters gitmeye başladığını gören ya da kendine yabancılaşmaya başladığını hisseden her insanın fıtratının kalibresini ölçmek ve ihtiyaç hâlinde gerekli tedbiri almak için bir çocuğa müracaat etmesi gerektiğini düşünürüm. Bir çocuğun ağlamasında, gülmesinde, konuşmasında, oynamasında, bir şeyi istemedeki ısrarında, kavga ettiği arkadaşıyla hemencecik barışmasında ve burada sayamayacağım bütün hâl ve hareketlerinde, gözlemlediği takdirde insanın payına düşecek birçok hisseler olduğuna inanırım.

 

Bugün bir vesileyle izlediğim sevimli bir çocuğun videosu, bütün bu düşüncelerimi onaylar nitelikteydi. Bir buçuk yaşlarında dünyayı keşfetme enerjisine ve hevesine sahip çocuk, karşısındaki yetişkinin kendisini eğlendirmek için yaptığı hareketleri büyük bir coşkuyla tekrar etmeye çalışıyor. Sevinç içinde zıplıyor, el çırpıyor, gülüyor, düşüyor, kalkıyor ve kaldığı yerden devam ediyor. Düşmesini sorun etmiyor, belki düştüğü an canı da yanıyor, ama ona takılmıyor. Yüzündeki tebessümde zerre miktarı azalma olmuyor; bilakis kalktığı zaman gözlerinin içi daha da parlıyor ve daha bir iştiyakla oyununa devam ediyor. O görünüşte sadece oyun oynuyor, ama hakikatte bu hâli yaşama ve sahip olmamız gereken yaşam felsefesine dair ne güzel dersler ve ibretler barındırıyor. Zira yaşam da düşe kalka gittiğimiz bir yolculuk hâli değil mi? Bazen uzun caddelerde ilerliyor bazen yokuşlarda ter dökmüyor muyuz? Bazen düz yolda şaşıyor bazen de dağları bayırları aşmıyor muyuz? Bazen önümüz serapa ova bazen engin deniz, bazen dolambaçlı bazen uzun-ince yollar, bazen hava açık bazen kar bora olmuyor mu?

 

Tüm bu durumlarla karşılaştığımız zaman biz nasıl oluyoruz? Bu çocuğun düştükten sonra hemen kalkıp kaldığı yerden oyununa (işine) devam etmesi olgunluğunu acaba biz yaşarken gösterebiliyor muyuz, yoksa hemen Karadeniz’de gemilerimizi mi batırıyoruz? Düşmekten kaynaklı canı yanmış olsa bile hiç ağlamadan, ağlamayı bırak yüzünü bile ekşitmeden oyununa devam eden bu yavrucağın içinde olduğu hamd hâline biz ne kadar sahibiz? Açıkçası yaşadığımız dünyayı ve içinde yaşadığımız toplumun insanlarını düşündüğüm zaman bu tavra yakın olduğumuzu düşünemiyorum. Aksine çok uzak olduğumuzu gözlemliyorum. Fakat bunun bir istisnası var. Şükür ki var. Onlar öyle bir topluluk ki onların her hâl ve hareketleri henüz fıtratında bozulma olmamış çocukların davranışlarıyla pek uyumlu. Neredeyse aynı davranışları sergiliyor, aynı tepkileri veriyorlar. Demek ki onlar henüz fıtratlarına yabancılaşmamışlar. Ya da onlar fıtratlarına sahip çıkmışlar. Yoksa bir baba kucağında evladının cesedi olduğu hâlde Allah’a hamd etmeye devam edebilir miydi? O iki genç anne, evlerinin enkazı üstünde bebeklerine oyun oynatabilirler miydi? Ramazan geliyor diye çadırlarını süsler, ağaçlara balonlar asar, etrafa neşe saçabilirler miydi? Gıda yardımı yapılan yerden tenceresi boş dönen çocuk bu durumla dalga geçer gibi kahkahalar atabilir miydi?

 

Bu sorular daha çook uzar gider, ama netice değişmez. Nedir netice? Fıtratını koruyan ve fıtratı doğrultusunda yaşamını idame ettirenle fıtratını bozan ve ondan uzaklaşanın ahir ve akıbetinin bir olmayacağı. Gazzeli Müslüman kardeşlerimiz bize bunun mümkün olduğunu aylardır gösteriyorlar, Rahman ve Rahîm olanın çürümeye yüz tutmuş insanlığa ve kokuşmuş dünyaya rahmetinin bir tecellisi olarak…

 

Selma Kavurmacıoğlu

 

BERDÜCESİ - Sayı:10