DICKENS’IN KALESİ: LONDRA
Hatice Mert Yunak
Yaklaşan ayak seslerini duyuyorum. Ağır ağır ilerliyor ıslak taşlar üzerinde. Kıyamıyor kimseyi uyandırmaya. Londra sokaklarını gri sisler kuşatmış. Uçuşan kar taneleri arasında gece lacivert örtüsüne bürünmüş yine. Şehri uyandırmaktan korkan adımlar her sokakta ardından bir parça bırakıyor. Uykuya dalan insanların baş uçlarında öykülerini anlatmaya geliyor Charles Dickens. Sonra yine usulca kayboluyor ve müzesinin bahçesine bakan çalışma odasına geri dönüyor. Sandalyesine oturup kaldığı yerden hikayelerini yazmaya devam ediyor.
Dickens için Londra, uzaklarda kükreyen ve kendisini çağıran bir canavar olmuş her zaman. Hangi ülkeye giderse gitsin, hangi şehri severse sevsin içindeki Londra tutkusu şehrin kirine, pisliğine yoksulluğuna rağmen hiçbir zaman sönmemiş. Londra’yı soranlara “An attraction of repusion,” yani “İticiliğin çekiciliği” olarak cevap vermiş büyük yazar.
Baudelaire’in kendi şehri Paris için söylediği “Seviyorum seni ey rezil başkent”1 , ifadesini Dickens da kendi şehri için tekrarlamış. Londra’da doğmuş ve büyümüş olmasında rağmen birçok İngiliz yazardan farklı olarak, şehrini iyi-kötü bütün yönleriyle ele almayı tercih etmiş. Sanayi devrimiyle yozlaşan insanların hayatlarını, kaybolan onurlarını, düşük sınıfa ait ailelerin tutunma çabalarını ön plana çıkarmayı amaçlamış. En çok parklarında ve ara sokaklarında gezinmeyi sevdiğini belirtmiş.
Hava ne kadar kötü olursa olsun, ister yağmur yağsın ister kar ya da koyu bir sis boğsun şehri; Charles Dickens geceleri Londra’nın en yoksul, en berbat sokaklarında saatlerce dolaşarak çevreyi, insanların hayatlarını incelemiş. Bu gece yürüyüşlerinden sonra sabah masasının başına geçerek romanlarını yazmaya devam etmiş. Çocukluk yıllarındaki yoksulluğunu, dağılan ailesini ve çalışmak zorunda kaldığı zor günleri tekrar tekrar hatırlayarak yürümüş sokaklarda. Belki de elinden alınan en güzel çocukluk yıllarının arayışındaydı yazar. Romanlarındaki gerçekçilik etkisini Londra sokaklarındaki yoksul insanları gözlemleyişine, onlarla kurduğu bağlara, saramadığı yaralarına borçlu olduğunu söyleyebiliriz.
Şehirler ve yazarlar arasında kurulan güçlü bağlar vardır. Londra’da doğup büyümüş büyük yazar Dickens da bu şehirde birçok iz bırakmıştır. Şimdi biraz Londra’da semt semt gezerek Dickens’ın izini sürmeye çalışalım beraber.
Charles Dickens Müzesi
Ünlü yazarın ölümünden sonra yüzyıllardır soluğunu hissettiren ve Londra’yla olan bağını sonsuza taşıyan Charles Dickens Müzesi yazarın hayatının belli bir bölümünü geçirdiği evidir. 1925 senesinde müze haline getirilen bu binayı ziyaret ettiğinizde Dickens’a ait yaşam odalarını, özel eşyalarını, mektuplarını, yazılarını yakından inceleyebiliyorsunuz. Müzenin giriş katında arkaya açılan bir bahçe bulunuyor. Bahçeye açılan küçük odasında ünlü usta en büyük eserlerini kaleme almış. Edebiyat severler ve Dickens hayranları için yazarın büyülü dünyasında gezinmenin eşsiz bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Dickens Müzesi ayrıca güncel sanatsal etkinliklere ev sahipliği yaparak birçok edebiyat ve sanat severi bir araya getirmektedir.
Farringdon Mahallesi: Büyülü Fenerler
Bu mahalleye girdiğinizde kendinizi Dickens romanlarındaki mekânlardan birinde bulursunuz. Çok tanıdık bir atmosfer karşılar sizi. Yazarın evine birkaç sokak yakınlıkta bulunan bu mahallede karakterlerin koşturduğunu, tarihi özelliklerini koruyan binaların tıpkı kurgudaki gibi yerli yerinde bulunduğunu keşfedersiniz.
Farrington Mahallesi, Dickens’ın her gün rutin yürüyüşlerini yaptığı yerlerdendir. Romanları için ilham aldığı ana kaynaklardan biridir. Ünlü yazar, bir mektubunda Farrington’da yaşayan insanlar ve buradaki mekanların, yazdığı eserlere ışık tutan “Büyülü fenerler” olduğundan bahsetmiştir. Farrington sokaklarında gezinerek bizler de o büyülü fenerlerin izlerini aramaya çıkabiliriz.
The George, Southwark
Southwark; 17. yy. Viktorya mimarisine ait, özelliklerini günümüze kadar korumuş bir cafedir. Dickens’ın da vaktini çokça geçirdiği mekanlardandır. Yazarın insanlara dair gözlemlerini rahatça yapabildiği, onların içine karışabildiği mekanlardandır. Hatta Pickwick Papers eserindeki hayalet hikayelerinin anlatıldığı mekan olduğu düşünülmektedir. Romanlarını şehrin ve insanların arasında yazmayı hep çok sevmiştir ünlü yazar.
Old Curiosity Shop: Antikacı Dükkânı
Sanırım bu isim oldukça tanıdık geldi hepimize. Dickens’ın ünlü romanı Antikacı Dükkânı, bu küçük dükkândan esinlenerek hayat bulmuştur. Şehrin tam göbeğinde hâlâ ayakta duran, gemi keresteleri kullanılarak 15. yüzyılda inşa edilmiş Londra’nın en eski yapılarındandır. Tarihte şehre çok büyük zarar vermiş büyük Londra yangınından sağ çıkmış ender yapılardandır. Dikkatli baktığımızda vitrininde bulunan eski ayakkabılar ve objeler bizi romanın sayfalarına geri götürmek için göz kırparlar. Şu an restorasyon altında olan bu küçük yapı, Londra’da Charles Dickens izlerini yansıtan önemli mekânlardan birisidir. Restorasyon sonrasında yazarın dönemindeki atmosferi yaşatacağını düşündüğüm ve ziyaretçilerinin heyecanla beklediği mekânlardan bir diğeridir.
Staple İnn: Duman Renkli Serçelerin Mekânı
Staple İnn: Duman Renkli Serçelerin Mekânı Dickens’ın izlerini takip edebileceğiniz bir başka mekân da eski dönemleri muazzam heybetiyle yansıtan, Viktorya dönemi yapılarından, 1576 tarihinde inşa edilmiş olan Staple İnn binasıdır. Binanın Dickens’ın evine oldukça yakın mesafede oluşu, yürüyüş güzergâhı üzerinde bulunması, romanlarına sahne olan, yazara ilham veren bir başka mekândır. Binayı görür görmez kendinizi Viktorya dönemine gitmiş gibi hissediyorsunuz. Dickens’ın “Duman renkli serçelerin, duman rengi çınarların üzerinde birbirlerine seslendikleri yer” olarak tarif ettiği yerdir Staple İnn. Binanın güzel bir iç avlusu bulunmaktadır. Avlunun ve yapının geçmişten bu yana biraz değişiklik göstermesine rağmen koruduğu atmosferi, bizi Dickens’ın dönemine doğru bir yolculuğa çıkarmaktadır.
Londra turumuzu tamamlamanın ardından biraz da ünlü yazarın hayatına göz atalım beraber.
Londra’nın Yoksul Çocuklarının Babası: Dickens
Küçük yaşlarda çalışmak zorunda kalan Dickens, zemin katta bulunan bir dükkânda camın ardından sağa sola koşturan ayakları izlerdi gün boyu. Çevresinde gördüğü çalışan, mutsuz çocukları hayatı boyunca unutamayan yazar şu sözünü hep tekrarladı: “Hiçbir yetişkin mutsuz bir çocuk kadar acı çekemez.”
Devlet memuru olan babasının işlediği bir suçtan dolayı hapse girmesi ailesini geçindirme sorumluluğunu ona devretmişti. Okumayı her şeyden çok seviyordu bu nedenle en çok okuldan ayrılmak zorunda kalışı üzmüştü onu. Çocuk yaşta çalışma hayatını tecrübe eden Charles Dickens, ruhsal olarak yorulduğunun farkındaydı. Tek tesellisi babasının suçsuz oluşuna inancı ve her pazar hapishaneye, babasını ziyarete gidişiydi.
Asıl ismi Charles John Huffam Dickens olan yazar 1812-1870 yılları arasında yaşamıştır. Victoria Çağı’nın ve Sanayi Devrimi’nin en cafcaflı dönemine kafa tutmuş, her fırsatta sistemi eleştirmiş ve bu tutumundan yazarlık kariyeri boyunca asla taviz vermemiştir. Yazarlığının yanı sıra çok güçlü bir toplum eleştirmenidir. Ülkesindeki başarısız yönetimi eleştirdiği için kendisi de eleştiri oklarının hedefi olmuştur hayatı boyunca.
19. yüzyılın en başarılı yazarlarından biri olmayı kaleminin gücüyle hak etmiştir. Elli sekiz yaşında vefat etmemiş olsaydı günümüze kadar gelip geçmiş, adaletsiz, ekonomik gücü zayıflatan, aileleri parçalayan bütün yönetimlere, sistemlere karşı dik duruşunu asla bozmadığını görebilirdik.
Dickens’ın kalemi her daim halkın yoksul kesimini anlatmıştır. Yazdığı büyük eserlerin hemen hemen hepsinde halkın kendisini bularak onun karakterleriyle sıkı bir bağ kurduğunu görüyoruz. İngiliz halkı Oliver Twist’in yoksul ve hazin hayatını beraber yaşamış, onu elbirliğiyle büyütmüş, Twist’in hayatına hep beraber ağlamışlardır. Küçük çocukların çalıştırıldığı “Çalışma-evlerinde” dünyaya gelmiş çocukların haklarını aramak amacıyla sokaklara dökülmüşlerdir. Dağılan ailelerin, fakirlerin yaşamlarını ironik bir dille anlatarak sisteme resmen kafa tutmuştur. Anlatılarının varoş bir ajitasyondan ileriye gidemediğini söyleyen kibirli eleştirmenlere kulaklarını tıkayan Dickens, diğer romanlarında da bu üslubunu hiç bozmadan devam ettirmiştir.
“Yönetim Kurulu’nun koyduğu kurala göre tüm yoksulların iki seçeneği vardır; ya yurtta yavaş yavaş açlıktan ölecekler ya da yurttan çıkıp dışarıda hızla açlıktan ölecekler... Boşanma davaları çok masraflı olduğundan, Yönetim Kurulu, yoksul çiftleri boşama işini de üstlenir… Bir adamı ailesine bakmaya zorlayacağına, ailesini elinden alıp, onu yeniden bekar yapar. (Oliver Twist, 1839)
David Copperfield’i okuduğumuzda Dickens’ın hayatından birçok sahneyi buluruz romanın sayfalarında. David’in yeri de zaten ömür boyu başka olmuştur yazar için. Hatta Dickens “Çocuklarımın içinde en sevdiğimdir David Copperfield,” diye belirtmekten de hiç çekinmemiştir. Hayatı boyunca kayıplar yaşamış olan yazar duygusal açıdan büyük çöküntü içine girmiş zaman zaman. Böyle durumlarda, yarattığı her çocuk karakteriyle kendi çocukluk yaralarını iyileştirmeye çalışmıştır. David’in trajik çocukluğu, erken yaşta iş hayatına atılması, evliliği ve başarılı yazarlık serüveni Dickens’in kendi hayat hikayesinden başka bir hikaye değildir.
Londra’ya olan düşkünlüğünü her fırsatta dile getirmiş olan yazar eserlerinin her birini bu şehirde kurgulamıştır. Londra’da doğup büyümüş ve bu şehirde olumsuz birçok hatırası olmasına rağmen şehrin ruhu onu hep diri tutmuştur.
Bir Noel Şarkısı : Bir Halkı Uyanışa Davet
Dickens’in halk üzerinde en çok etkisinin görüldüğü eseri Bir Noel Şarkısı novellasıdır. İngiliz toplumunda kaybolmaya başlayan, Hristiyan inancının bir parçası olan Noel kutlamalarını yeniden canlandırmak ve kendi ekonomik durumunu düzeltebilmek amacıyla altı hafta gibi çok kısa sürede yazdığı eserdir. Toplumsal yaşamdaki aksaklıkları ve unutulan gelenekleri eleştiren bu eserini, cimri ve zengin bir karakter olan Scrooge üzerinden mistik bir kurgu ile aktarmıştır okurlarına. Kitap noele yakın bir zamanda yayımlanarak kısa sürede beklenen ilgiyi sağlamıştır. Kitapta birçok kez geçen “merry” kelimesinin Dickens’ın İngiliz diline hediyesi olduğu söylenmektedir. Happy değil “merry christmas” sözü bir deyim olarak dillerine yerleşmiştir.
Kasvetli Ev romanını hatırlamaya çalışalım. Yazarın olgunluk döneminin en önemli eserlerinden birisidir. Bu romanında da dozu yüksek bir toplumsal eleştiriyi okuruz metnin arka planında. Victoria döneminin yapay ahlaksalcılığından modern dünyaya geçişte toplumun bocalayışını brutal bir gözlemle ortaya koyuyor. Kafka ve Dostoyevski’nin en çok etkilendiği yazarlardan biri olmuş Dickens. Eleştirmenler, Kasvetli Ev romanını okuduğumuzda Kafka’nın etkilendiği izleklere rastlayacağımızın ip uçlarını veriyor bizlere.
Bu eserinin oldukça fazla sevilmesi ve halk üzerinde etkisi olmasından dolayı, yazar her sene noel zamanı yeni hikayeler yazmış, böylece geleneksel noel kutlama hikayeleri ritüelini de başlatmıştır. Bu konuyu işleyen dört roman daha yazmış olsa da hiçbirisi Bir Noel Şarkısı kitabı kadar etkili olmamıştır. Hala İngiltere’de, noel zamanlarında, Charles Dickens’ın bu eserinin uyarlandığı filmler gösterime girmekte, tiyatro oyunları sahnelenmektedir.
“One Man Show” : Londra Sahnesindeki Yalnız Dev Adam
Kendi ülkesinde ilgiyle okunan yazarın ünü Amerika’ya kadar ulaşmış ve oraya turneler düzenlenmiş. Bu ziyaretlerinde sahneye tek başına çıkan Dickens gösteri boyunca romanlarından bölümler okuyarak karakterlerini tek tek canlandırmış. Kendisini izlemeye gelenlerin karşısına çıkmadan önce titiz bir tiyatro sanatçısı gibi metinlerini iyice ezberleyerek rollerini dikkatle çalışmış ünlü yazar. Böylece romanlarının yanı sıra tiyatroya olan yeteneğini de sergileyerek sahnelerden bir daha hiç inmemiş. Hatta zaman zaman düzenlediği oyunları izlemek için, Kraliçe Victoria ve eşi Prens Albert de izleyiciler arasında yer almışlar. Londra ve çevresinde sahneye çıkmaya her zaman devam etmiş Dickens. Belki de çocukken bir vitrin önünde, gelip geçen insanların bakışları altında çalışmış olması o yaşlarda sahnelere onu alıştırmıştır diyebiliriz.
Sahnenin tam ortasında tek başına sessizce durup ses tonunu, mimiklerini birçok farklı şekilde kullanarak seyircileri büyülermiş. İngiliz şair ve yazar Leigh Hunt, “Dickens’ın yüzünde elli kişinin canı ve ruhunun olduğunu,” söyleyerek tek başına çıktığı sahnedeki müthiş yeteneğini ayakta alkışlamıştır.
Kendisini izlemeye gelen çağdaşları, Dickens’ın eserlerini kendi ağzından dinlemenin ve onun canlandırmasıyla izleyebilmenin eşsiz bir sanat gösterisi olduğunu vurgulamışlardır. Eminim her birimiz, ünlü yazarın eserlerini kendi sesinden dinleyip onu sahnede izleyebilmeyi çok isterdik.
Elli sekiz yaşına kadar hatta ölümünden birkaç gün öncesine kadar tiyatro sahnesinden inmemiş, her rolü tek tek oynayarak oyunculara bütün rolleri ince detaylarına kadar kendisi göstermek isteyecek kadar tutkuyla yapmıştır her işini. Sahnede üstün başarı sergileyen, canlı diyaloglar yazabilen, duyguları okuyucuya yüksek bir etkiyle aktarabilen bir yazarın başarısız oyun senaryolarının varlığı hep eleştirilmiş. Bu rağmen eleştirilerden hiç etkilenmeyerek en iyi bildiği şeyden; roman yazmaktan ve sahne performanslarından asla vazgeçmemiştir.
Her sene Haziran ayında (yazarın vefat ettiği ay) İngiltere’nin bazı bölgelerinde Dickens Festivali kutlanmaktadır. İnsanlar Dickens’ın karakterlerine bürünerek şehirlerde gün boyu geziniyor ve Dickens’ı yine onun karakterleriyle özlemle anıyorlar. Eğer yolunuz Londra’ya düşerse bir gün, gece yarısı sokaktan gelen ayak sesleri duyarsanız, bilin ki Dickens, şehrin sokaklarını ziyarete çıkmıştır.
BERDÜCESİ - Sayı: 5