DİLİMİN UCUNDA
Rüzgâr yaz ortasında olduğunu unutmuş, dokunduğu yeri buz kesiyordu. Ev ahalisi uykudaydı, oysa ben bu saatte iskemleye tünemiş, titreyerek karanlığın içinde yanıp sönen ateş böceklerini seyrediyordum. Ağustos böcekleri cırlıyor, gece kuşları kesik kesik ötüyordu. Dağın balkona düşen karanlık gölgesi, geceyi tekinsiz kılsa da zerrece korkmuyordum. Sağa başımı çevirsem otların içine gömülmüş mezar taşlarıyla karşılaşacağımı bildiğimden o yana bakmıyor; otların hışırtısını tarla farelerine, dalların çıtırtısını tüneyen kuşların sıçrayışlarına yoruyordum.
Vakit ağır ağır ilerlerken ateş böcekleri kaybolup gitmiş, gece kuşları ve ağustos böcekleri susmuştu. Geceye eşlik eden dağın eteğinde şırıl şırıl akan ırmak, pırıltılarıyla göğe mıhlanan yıldızlar, uzaktan sesi duyulan köpekler cesaret veriyordu bana. Uykusuzluğumuun sebebi ne bir gençlik meselesi ne hayatım için önemli bir şeydi, dilimin ucuna gelip bir türlü ağzımdan çıkmayan kelimenin huzursuzluğuydu sadece.
Ahmet dirgeni ota saplayıp sapına başını gömmeseydi bunlar olmayacaktı. Meraklı biri olduğumu biliyorum fakat üç beş kez balkona çıkıp onu bu hâlde gören herkes, “Şiiiiişt” diye seslenirdi pekâlâ. Katrana sırt üstü düşmüş sinek gibi dirgenin sapına kıskıvrak yapışmış öylece hareketsiz duruyordu. “Şiiişt” diye seslendiğimde omzunun üzerinden başını çevirdi, tek kelime etmeden birkaç saniye içinde gerisin geriye döndü. Duramayıp, “Ne yapıyorsun öyle, iyi misin?” diye bağırdım. Hareketlendi, dirgeni sapladığı yerden bir yığın otla birlikte çıkardı. Otu harmana dağıtırken onu izlemeyi sürdürdüm. Varlığımdan huzursuz olmuş gibiydi. Bir an ota sapladığı dirgenden elini çekip bana doğru baktı. “Ne var,” der gibi başımı salladım, dilini parmağıyla işaret ederek garip bir ses tonuyla, “Dilimin ucunda dilimiiiiinn,” diye bağırdı.
Ne var dilinin ucunda diye sorunca köçek gibi oynamaya başladı. Ağzım açık hayretle izliyordum onu, harmanda ileri geri, sağa sola gidip geldi. Bir kez bile halayın içinde görmediğim Ahmet basbayağı kıvırıp duruyordu. Ne yapıyorsun der gibi elimi öne atarak karşılık verdiğimde, tarif ettiği kadın sanatçıyı bulmamı istedi. Aklıma gelen üç beş ismi peş peşe sıraladım. Kimi söylesem, “Cık,” diyordu.
Harmanın çitlerinden geçti, bahçe kapısından içeri dalarak balkonun dibinde bitti. Parmak uçlarında yürüyor, bileklerini çevirerek parmaklarını kuş kanadı gibi açıp kapatıyordu. Omuz başlarını silkeleyip gözlerini süzerken dilinin ucuna gelip hatırlayamadığı kadının ismini haykırmamı bekliyordu. Gözümün önünde oynayan onlarca sanatçının içinden birinde karar kılmıştım ama Ahmet’ in “dilimin ucunda” dediği hastalık bana da bulaşmıştı. “Buldum,” dememe rağmen ismi kelimeye dökemiyordum. Balkonda, kafese tıkılmış zavallı bir kuş gibi çırpındım durdum.
Gözümün önüne dikilen kadının görüntüsü olabildiğince netken adı dilimin köküne dayanıyor fakat kelimeye dönüşmüyordu. Böyle durumlarda beyni zorlamamak gerektiğini duymuştum. “Dur,” dedim “Serbest bırak düşünceni.” Serbest bıraktığım beyin beni aptalca bir oyunun içine çekmiş, lüzumsuz bir konuyla meşgul ediyordu.
Ahmet düşüncesini serbest bırakmıyordu, kıvırtarak kendi etrafında dönüşünden belliydi bu. Omzunu silkeliyor, bir ayağı hafifçe önde, kıçını dansöz gibi sallıyordu. Bir ara işi daha ileri götürüp başını geriye doğru atınca zihnimdeki görüntüyle kadının ismi eşleşip ilk kez dişlerimin arasını zorladı. “Şiiişt,” sesiyle bozuldu büyü, iki yasaklı sevgili gibi kadının görüntüsü adından uzaklaştı.
Bu ses evimizin üst tarafında oturan Hacer abladan başkasına ait değildi. Kadın iğdelerin arasından başını uzatmış irileşen gözleriyle Ahmet’ i işaret ediyor, ona ne olduğuyla ilgili sorular soruyordu. Ne diyeceğimi düşünürken Ahmet sesin geldiği yöne başını çevirdi, ânında erkek duruşuna geçti, ellerini cebine soktu, dikleşti, ciddi bir tavır aldı. Bu bir rezaletti. Kadın inatla benden cevap bekliyordu. “Bir şarkıcının ismini hatırlayamamış da onu bana oynayarak anlatıyor,” dedim kısaca. “Kimmiş ki,” dediğinde kadını boğmak geçti aklımdan. “Bilsem söyleyeceğim,” dediğimde ha der gibi çenesini yukarı doğru atarken dalların arasından başını çekti.
Ahmet benden umudunu kesmiş sırtı dönük harmanda çalışıyordu. Yuvadan başını çıkarıp çeken anaç kumru gibi balkon kapısıyla, hol arasında gidip geliyordum. İsmi ilk bilen aramızda belirlediğimiz ödüle kavuşacaktı.
Dilimin ucuna gelen ismin sahibi gözümün önünde oynuyor, dolgun dudaklarını açıp kapatırken bilmem hangi şarkının sözlerini usulca mırıldanıyordu. Görüyordum onu. Parlak elbisesi bir anda matlaşıp renk değiştiriyor, mekândan mekâna sürüklerken beni. Onun yeryüzünden silinen adı bulunduğu yerden başını uzatıyor, dilimin ucuna sokularak saklambaç oynar gibi kaçıp gizleniyordu.
Akşam köyün çeşmesine su almaya çıktığımda kızlar öbek öbek meydanı doldurmuştu. Hacer ablanın gün boyu beni, “Buldunuz mu,” diye sıkıştırması yetmiyormuş gibi köyün kızları da meraklı bakışlarıyla peşime düştü. Kadın yememiş içmemiş köyün dört bucağına duyurmuştu meseleyi. Kimseyle konuşmadan suyu doldurup eve koştum.
Ahmet karanlık çökene kadar harmandan öteye gitmedi, benden medet umuyordu. Balkona çıkmıyor harmanı gören pencerenin ardından gözetliyordum onu. O da kaçamak bakışlarıyla balkonda arıyordu beni. Köyden üç beş kız kapıya gelip aradığımızı bulup bulamadığımızı soruştururken Hacer abla kuluçka tavuk gibi kapılarda gezinip duruyordu.
Gece geç vakte kadar balkonda oturup kadının ismini hatırlamaya çalıştım. Irmağın sesi kulaklarımda ağırlaşınca odama geçip yatağıma sokuldum. Uyumuşum.
Evdekiler benden önce kalkmış kahvaltı sofrasının hazırlığına girişmişti. Yatağımın başındaki pencereden harmana göz attığımda Ahmet’i gördüm. Ağır adımlarla yaydığı otu ters yüz ediyordu. Hareketlerinin yavaşlığına bakılırsa o da uyumamıştı gece. Şarkıcı kadın yeni günün sabahında aklımı meşgul etmeye başlamıştı şimdiden. Can sıkıcı bir durumdu bu, evdekilere görünmeden kedi sessizliğinde balkona süzüldüğümde Ahmet’in yüzü aydınlandı, kayıtsızlığımı fark edince aldırmaz bir tavırla işine döndü. Hacer abla aynı yerden başını çıkarmış bizi gözetliyordu, dikkatle baktığımda üç beş kızı arkasında dikilirken gördüm. Başını çekip onlara bir şeyler anlattı, kızlar çil yavrusu gibi dört bir yana dağılırken yüzlerinde büyük bir merak vardı.
Evdekilerin seslerine kulak verdim, onlar da kadının kimliği hakkında kafa yoruyordu. Konuyu değiştirmelerini beklerken, “Tamam,” dedim. Neyse neydi artık. Ahmet’e seslenecek oyunu olduğu yerde bırakacaktım. Balkonun başına yaklaşıp bağırmaya hazırlanıyordum ki Ahmet dirgeni elinden fırlattı, “Bulduum,” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Çitleri aşarak koştu, merak ve sevinçle bekliyordum onu. Hacer abla heyecanla, “De hadi söyleee,” diye bağırdı. Balkonun dibine yaklaşan Ahmet nefes nefeseydi. Tam karşımda durdu, gülüyordu, yanağına doğru çekilen dudak kıvrımları bir anda gevşedi, kuşkuyla eski yerine oturdu. Büyük bir dikkatle bakıyordum ona. Gözlerinde bulduğu oyuncağı kaybeden çocuk tedirginliği vardı. İrileşen gözlerini gözlerime dikti, mahcup bir sesle, “Unuttum,” dedi.
Şule Köklü
BERDÜCESİ - Sayı: 11