FAL TAHLİLİ
Teyze kızı Gülsüm’le önceki gün sabaha kadar dertleştik. Ailelerimizden, okullarımızdan, filmlerden, dizilerden derken falcıya geldi söz. Arkadaşlarıyla baktırdığı faldan çok etkilenmiş onu anlattı bağdaş kurup. Arada anlattıklarının heyecanından sıçraya sıçraya. Çocukken de böyleydi. Duyduğu en ufak şeyi uzata uzata, abarta abarta anlatırdı. Söylediklerinden çok onun bu tuhaf hareketlerini izlemeyi severdim.
Ertesi sabah öğlene doğru uyandık. Akşamdan kalma ısrar hâlâ gözlerinde. “ Bi de senle gidelim ya nolur??” Kaçış yok, şurada senede birkaç kez görüşebiliyoruz zaten, onu kıramam. Ama falcıya da gidemem. Gülerim ben bir kere. Ucundan kıyısından bile inanmıyorum fala. Realist bakış açıma halel getirmeden nasıl sıyrılırım bilmiyorum.
“Tamam” diyorum ama sırf hatırı için.
Şehrin en kalabalık sokağının en meşhur kafesinin en popüler falcısına gidiyoruz. Öyle ya “en”in de “en”i paklar, bizim gibi ekmeği umut olan fakirleri. Kahveleri içtik, fincanlar kapatıldı. Falcı şöyle bir süzdü bizi. Gözleriyle tarayıp kimlik bilgilerimizi kontrol eder gibiydi. Katarakt perdesi gibi buğulu olan sağ gözünü daha bir belerterek özellikle bana daha uzun baktı. Fincanı Özgürlük Anıtı’nın tuttuğu meşale gibi tuttu önce. Gözlerini kıstı, şöyle bir süzdü. Şekline şemâline mi takılmıştı yoksa bu da falın bir parçası mıydı anlayamadım. Sonra başladı hızlı hızlı anlatmaya. Geçmişimizden konuştu biraz. Benim ailede ihmal gördüğümü söyledi, hiç yorum yapmadım. Tepki bekledi Kendimden bile beklenmeyen bir ciddiyetle dinledim her söylediğini. O da biz yorum yapmadıkça daha da detay vererek anlattı. Şekilleri de gösteriyordu. Hangisi yol demek, hangi taraf aileyi gösterir uzunca izah ederek işin teknik kısmından da bahsediyordu. İşinin akla mantığa yatkın olduğuna inanıyordu, ilginç! Bir saati geride bıraktığımızda artık sıkılmaya başlamıştım. Dışarı çıkıp biraz hava aldım. Tekrar döndüğümde falcı gitmişti.
Teyze kızı Gülsüm bana anlamlı bakıp konuşmamı bekledi. Bir şey söyleyip ukalalık yapmak istemiyordum ama nasıl bulduğumu da söylemem gerekiyordu galiba.
“Uyduruyor Gülsüm, inanmadın inşallah?” dememle Gülsüm’ün gözlerinin büyümesi bir oldu.
“Nasıl uydurma abla? Senin hemşire olduğunu benim nişanlanacağımı, annemin tümörünü, komşumuzun fesatlığını bildi. Bunları nasıl isabet ettirsin?”
“Bana insanlara hizmet etmeyi seviyorsun dedi hemşiresin demedi, onu benden öğrendi. Onlar bu işin uzmanı kızım. Senin tepkine göre sallar, tutturunca da oradan ilerler. Dayımızdan bahsetti. Ya dayımız mı var bizim Gülsüm?”
“Anneannem düşük yapmış da oğlanmış ya. Vardı tabi dayımız.”
Tutamadım kendimi güldüm, o da bozuldu tabi. İstiyordu ki falcının muhteşemliğinden konuşalım.
“Fincanda iki tane hilal vardı gördüm, ailede de iki Hilal yok mu, sen söyle. Set gibi bir duvar vardı. Annemle babamın ayrı olduğunu oradan bildi. Yağmur damlasını ben de gördüm mesela, seneye hasat bereketli olacak dedi, bekleyelim görelim madem”
Bir kaşını kaldırıp kollarını göğsünde bağladı. Sadece bu hareketinden bile Gülsüm’ün artık bana meydan okuduğunu anlayabiliyordum. Ama konuşup tartışacak gücüm yoktu doğrusu. Kafamı salladım gülümseyerek. Varsın o kazansın. Yaşına veriyorum. İçtiği kahvenin telvesi rastgele yerlerde öbeklendi diye orada hilal görmek istiyorsa görsün varsın.
Hayatımdaki işaretlerden yorum çıkarmak için yaşım epey kemale ermişti bence. Batıl inancım hiç olmadı. Bundan sonra da, kırkımdan sonra da izlerle kaybedecek vaktim yok. Hayat “girdi”ler “çıktı”lar bütünüdür. Ne kadar çaba gösterirsen onun karşılığını görürsün. Bir balık gördün diye rüyanda ertesi günkü her şeyi buna yormak acınası bir şey. Dünya etrafında döner gün oluşur, Güneş’in etrafında döner yıl oluşur. Bundan başka güne yıla anlam yüklemek, hesap sormak, hayıflanmak bana göre değil.
Bu fal işinden bir yıl sonra bir akşam üzeriydi. Mesai bitti, yorgunum, serviste iyi de bir yer bulmuşum, kafamı gömüp telefondan haberlere bakıyorum. Mailleri kontrol ederken hastaneden geçen haftaki tahlil sonucunun mailini görüyorum. Hemen açıp değerleri kontrol edince inanamıyorum. Kandaki bir değer normalin çok altında. Doktoruma göstermeden önce oturup arama motoruna yazıyorum aklımda ne varsa.
“Bu değer üzülmeye değer mi?”
“Kaç kişide aynı değerler görülüyor?”
“Değerler kaçla kaç arasında olursa beni öldürmez?”
“Öldürmese de süründürür mü?”
“Alternatif tıp ne diyor?”
“Haastalık hangi ilaçlara ne tepki veriyor?”
Böyle böyle iki saat kadar hastalığımın sebebini, ilerleyişini, görülme sıklığını, hangi yaş aralığında tehdit oluşturduğunu öğrendim. Hafta sonu da olunca doktoruma sonuçları göstermek için iki koca gün vardı önümde. Bu iki gün nasıl geçecekti? Kendimi sakinleştirmeye çalışsam da başaramadım. Daha fazla vakit kaybetmemek için aktara gidip iyi gelen otları aldım. Onları söylenen oranda karıştırıp içmeye başladım. Ama içime sinmiyordu. Yetmedi! Başka tedavilerle desteklemek gerekebilirdi. İçten şifa kısmı tamamdı belki ama dışarıdan da bir şeyler yapmak gerekebilirdi. Araştırdım, iyi gelen doğal taşlar varmış. Onları da aldım. Hatta mucize sayılar varmış, her gün tekrar edilen. Onları da yazdım bileğime. Aklımdan geçen kötü düşünceleri “İptal, İptal, İptal!” diyerek kovaladım. Öyle yazıyordu instagramda takip etmeye başladığım bir “şifacı”nın sayfasında.
Tamamen şuurumu yitirmiş kendimi bir hortuma kapılmış gibi hissediyordum. Tahlildeki değerlerin çözümü için ne yapılması gerekiyorsa onu yapıyor gibi görünsem de aslında içten içe bir sebep- sonuç zincirlemesi tarafından boğuluyordum. Tanıdık bir eczacı arkadaştan aldığım ilaç takviyeleri ile kendimi daha güçlü, daha güvende hissedecekken git gide daha yetersiz hissediyordum. Belki doktoru görsem bu içimdeki belirsizlik son bulacaktı. Ama artık o da tüm bu düşündüğüm şeylerden birini söyleyecekti ve ne söylese de yetmeyecekti bana. Garip bir şekilde her şeyi bilmeme rağmen daha da başka şeyler duymak istiyordum.
Bu istek huzursuzluğa neden oldu. Uykularım kaçtı, sinirlerim bozuldu. Artık hastalık değildi mesele. Mesele içimdeki bilgiye doymayan kurttu. Hangisi gelirse öğütüp atıyor yenisini istiyordu. Bilme isteği dinmez bir susuzluktu, bunu bilirdim. Ama onca şey bilmek ve hiç birine inanmamak susuzluk dindirmek değil açgözlülüktü sanki. Dünyadaki hiçbir ihtimale razı değildim. Çünkü diğer ihtimallerin doğru olma olasılığı ele geçirmişti beni.
O an Gülsüm geldi aklıma. Falcıya gittiğimiz o gün geldi. Nasıl utandım! Ona bilgiçlik taslayan o hâlime nasıl acıdım!…
Gülsüm hiç değilse falcıya inanıyor ve rahatlıyordu. Belki mantıklı değildi ama işe yarayan kendini rahatlatan bir yöntemdi. İçinde kurtlar kaynamıyordu. Her şeye şüpheli yaklaşmanın verdiği göz altı morluğu yoktu onda. Sebeplerden bir sebep bulmuş ona sırtını dayamış içi rahat, kalbi mutmain devam ediyordu hayatına. Peki sebeplerden hiçbirine razı olmayan hepsine kucak açan ben napıyordum? Günün sonunda hepsiyle güreşiyor, çoğunu yeniyor, yenemediklerimi de güvenmeyerek eliyordum. Hiçbir senaryoya razı değildim. “Daha aklî olanını bulmak” diye bir mazeret uydurup hepsini sağa sola sürükleyip hayatımdan fırlatıyordum. Güvensizlik, itibarsızlık, küçümseme… ya da hepsi… Her şeye üstten bakma… Her ihtimali hesapladığını sanma… Diğer tüm önermeleri “cehalet”le suçlama… En iyi ihtimalle onları “eksik değer” olarak adlandırma…
Elimde onlarca ip, iplerin diğer ucunda da başka başka yerlere koşmaya çalışan onlarca köpek var gibiydi. Hiçbirinin ipini bırakamıyor, hiçbirinin peşinden gidip de bu gerginlikten kurtulamıyordum. Nihayet birinin peşine düşmek mantıklı göründü. Rasyonel düşünce tarzıma en uygunu, şu an içimi rahatlatacak tek yol buydu: falcıya gitmek...
Zar zor bir karar almış herkesin yaptığı gibi acele ettim. “en”in de “en”i falcının yerini biliyordum. İlk otobüse atlayıp boş bir yere oturdum. En zor kısmı halletmiştim, geriye tam bir inançla falcıyı dinlemek kalıyordu. Bu kadar şüpheci davrandıktan sonra artık bir şeylere teslim olmaya hazırdım, hissediyordum. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapadım. O sırada ayaktaki kızın bez çantası tam görüş hizamdaydı. Gözlerimi açtığımda üzerindeki alıntıyla göz göze geldim.
“Her şeyden şüphe duyan, yanlış şeye körü körüne inanır.”
Ayşe Kalaycı
BERDÜCESİ - Sayı: 9