FELSEFE-İ ZENAN: ÖZGÜRLÜK MOMENTİ PEŞİNDE

 

Canan Olpak Koç

 

Bireysel varoluşun gerçek sorunları ile ilgilenen Kierkegaard, kişinin önce kendi hayatına sahip olması gerektiğini söyler. Ona göre kişi eğer, kendine ait bir hayata sahip olmadan birinin hayatı için tarihe başvurursa, yolunu tutacağı hiçbir şeye, sahici ile sahteyi ayırt edecek hiçbir araca sahip değildir; dolayısıyla yaptığı sadece yaşamanın sorumluluğundan kaçınmak ve aciz bir taklide başvurmaktır. Buna göre insandan beklenen ilk tavır kendine ait bir hayatı seçebilmesidir. Oysa hemen hemen bütün zamanlarda ‘Ben’ olamayan birey ‘biz’in içinde olmayı seçerek varlık kazanmaya çalışır. Bu noktada Colette varoluşsal düşünüm kavramını ortaya atar. “Kendi üzerine düşünüm ya da varoluşsal düşünüm, ‘kendi varlığın’ verili olarak ortaya çıktığı momenti değil, erk bilincinin ortaya çıktığı o özgürlük momentini temsil eder; yani kendini dert edinen varlığın kendinin ne olduğuna karar verdiği momenttir bu.” (Colette, 2006: 41). Bu potansiyeller kişinin bireysel özelliklerini keşfederek özgürlüğe yaklaşmasını sağlar. Özgürlük kendi kendinin sorumluluğunu almaktır. İnsan neden rahat ve güvenlik riski olmadan yaşamak yerine, kendi ben’inin sorumluluğunu alarak yine kendini tehlikeli bölgeye sokar? On dokuzuncu yüzyılın sonunda yazılmış olan bir anlatı tam da bu konuyu yani özgürlük momenti peşinde koşarak kendisi için risk alan kadınları anlatır.

 

Kadınların Felsefesi

 

1870 yılında yazılan Felsefe-i Zenan, Ahmet Mithat’ın 1870 ile 1894 yılları arasında yazdığı hikâyelerini topladığı Letaif-i Rivayat serisinin üçüncü kitabıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Garp Hikâyesi diyerek eserin yeni türün ilk örneklerinden olduğunu vurgular. Bu Garp hikâyesinin Türk edebiyatına getirdiği yenilikse göze çarpacak niteliktedir. Zira içerik seçimi, içeriğin nasıl bir üslupla aktarıldığı, kim tarafından yazıldığı dikkate şayan ayrıntılardır. Yazıldığı dönem düşünüldüğünde konusu ve içerdiği bakış açısıyla ayrıcalıklı bir hikâye olduğu hemen fark edilir. Erkek kalemin kadınsı çabasıdır. Lakin daha da önemli farkı varoluşsal düşünümün işlemeye başladığı kadın zihnidir.

 

Felsefe-i Zenan’da üç kadının hikâyesi anlatılır. Bu kadınlardan ilki Fazıla’dır. Diğerleriyse hikâyeleri Fazıla’ya bağlı olan Akile ve Zekiye’dir. Ancak onların paydası hayata karşı duruşları, felsefeleridir.Hürriyetten yoksun kalmama pahasına yalnızlığı tercih edişleri ve özgürlük kavramına yükledikleri anlam onları dönemlerinin karakterlerinden farklı kılar. Fazıla’nın seçimleri üzerinden yapılan okumayla özgürlüğe koşan bir kadının portresi ortaya çıkar. Ancak adı geçen özgürlük daha önceden tarifi yapılmış bir hürriyet hevesinden öte bir şey gibidir. Fazıla, kendini konakta saklayan ancak zihnini hiçbir bağlayıcı unsura mahkûm etmeden yaşamaya çalışan bir kadın olarak sahnededir. Bu da onu varoluşsal olarak özgürlüğe mahkûm varlığın bir örneği haline getirir.

 

Sartre, insanın özgürlüğe mahkûm bir varlık olmasının onu aynı zamanda dünyaya mahkûm ettiğini ve bu dünyanın aslında yapılandırılmış bir dünya olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya bıraktığını söyler. Özgürlük, kaygı kaynağı olarak dayanaksız kalmakla eş değer anlaşılabilir. İnsan, ayaklarının altında sağlam zemin bulunmayan, uçurumun kenarında yaşayan bir varlıktır. Seçimlerimiz bize aittir fakat bütün insanlığı ilgilendirmektedir. Felsefe-i Zenan’da Fazıla’nın hayat biçimiyle ilgili seçimi de başta yetiştirdiği kızları Akile ve Zekiye’yi ilgilendiriyor olsa da metne yaslanarak özgürlük okuması yapmak isteyen okuru da bir hayli meşgul edecek türdendir.

 

Hangi mecburiyet Ahmet Mithat’ın zihnine Fazıla’yı sokmuştur ya da Fazıla ortaya çıkacak bir zemin arayan kadınların ilk örneğiydi de kağıttan fırlamış mıydı üzerinde tartışılabilir. Onun özgürlüğe mahkûm oluşu daha çok küçükken varoluşsal yatkınlığından kabul edilebilir mi? Aslında Fazıla da Taaşşuk-ı Talat ile Fıtnat romanının Fıtnat’ı gibi sokağa pencereden bakar. Lakin onun sokakta görmek istediği, gönlünü çelip, ruhunu teslim alacak yakışıklı bir gönülçelen değildir. O yaşıtlarından bambaşka hayalleri olan, hayatına tek başına sahip çıkmaya aday olmuş bir kadındır. Sokak çıkamadığı değil çıktığında kendi olarak yürüyemeyeceğinden çıkmayı reddettiği bir yerdir. O, Felsefe-i Zenan hikâyesinin “kadınların felsefesinin” timsali olan karakteridir. Gelelim hikâyesine…

 

Fazıla, küçük yaşlarından itibaren babasının da desteğiyle iyi bir eğitim alır. Artık yetişkin bir kızken babası Bedrettin Efendi’yi kaybeder. Babasının vefatının ardından elde avuçta ne varsa bütün mal varlığını satarak konakta yaşamaya başlar. Büyük Ayasofya mahallesinde oturan, kültürlü, akıllı ve iyi terbiye görmüş, birçok kitap okumuş, kendisini yetiştirmiş bir kadındır. Evliliğin kadınları âdeta esirleştirdiğini düşünerek evlenmeye yanaşmaz. Fazıla Hanım, aynı zamanda yardımsever, fedakâr bir kadındır. Hikâye, Fazıla’nın eğitime düşkünlüğünün yanı sıra erkeklere tavrı vurgulanarak başlar. Yalnız evlilikten değil erkeklerden hoşlanmayan bir genç kızdır. Bu nedenle de evlilik hayatı aklının ucundan bile geçmez. Fakat hayat onun karşısında türlü bahanelerle iki kız çocuğu çıkarır ve onları evlat edinir.

 

Günlerini kütüphanede tek başına geçiren Fazıla ağır başlı ve okumaya düşkün özellikleriyle aynı zamanda güven duyulan biri konumundadır. Bir gün kütüphane memuru yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğuyla Fazıla’nın yanına gelir. Fazıla Hanım’a “biçare öksüz Allah’tan başka kimsesi yok. Düşkünler evine getirip bıraktılar. Kız çocuk, bakılması zor. Sizse yalnızsınız. Bir can yoldaşı olmak üzere, olur da hanım kabul eder diye getirdim.” diyerek kızı ona verir. Evlenmeyi istemese bile çocukları çok seven Fazıla seve seve çocuğu alır. Yeni anne, kızına Akile ismini koyar. Akile, akıllı anlamına gelmesi bakımından felsefenin arzuladığı bir isimdir. Aslında bu şekilde evlat edinme biçimi okura tanıdık gelecektir. Sonraki yıllarda yazılan Çalıkuşu romanındaki Feride’nin bu konuda öncülü Fazıla’dır. Felsefe-i Zenan’da erkeklerden ve evlilikten kaçan Fazıla evlat edinirken Çalıkuşu’nda da nişanlısı Kamuran’dan kaçan Feride, gittiği bir köyde kimsesiz bir kızı evlat edinir. Kadınlar birbirine emanet edilmiştir kurguda.

 

Fazıla’nın olgunluğuyla tanınması ikinci bir kız çocuğunu daha karşısına çıkarır. Fatma Hanım adında eski bir komşusu dul kalması nedeniyle kızı Zekiye’ye bakamadığını, onun eğitimiyle ilgilenemediğini söyler ve kızını Fazıla’ya getirir. Fatma Hanım; “Muhsin Paşa adında görevinden alınmış bir vali eskisinin konağına sığındığını ve orada kendisi olabildiğince geçinebildiği gibi kızını dahi sığıştırabilmiş ise de kızcağızın öyle cahil ve haylaz büyümesini içine sindiremediğinden gerek kendisinin ve kızının maaşlarını masraflarına karşılık göstermek üzere, kızcağızı eğitim ve öğretim görmesi için Fazıla Hanım’ın ellerine teslim etmek arzusunda bulunduğunu” söyleyerek derdini dile getirir. Bu kızın da sorumluluğunu alan Fazıla, Fatma Hanım’ın vefatının ardından Zekiye’yi de evlat edinir.

 

Fazıla Hanım, Akile ve Zekiye’ye annelik yapmaya başlar. İlk bölüm diyebileceğimiz Fazıla’nın hikâyesinde dişil bir başarı söz konusuyken Ahmet Mithat ikinci nesil kadınlar için erkeklere bir şans daha verilmesi gerektiğini söylemek ister gibidir. İlk bölümde Fazıla evliliğin kötülüğünden bahseder. Hürriyetine sahip çıkmanın yolu ona göre erkeklere yanaşmamaktan geçer. Hatta kızlarına vasiyeti de bu doğrultuda olur. Her koşulda özgürlük uğruna mücadele etmeleri için bu şarttır. Zaman ilerler. Günlerden bir gün Fazıla Hanım bir gece rüyasında gördüğü bir işaretin onu etkilemesiyle öleceğini hisseder. Kızlarıyla ilgili veraset işlemlerini halleder. Bütün mal varlığını Akile ve Zekiye’ye bırakır. Ama asıl vasiyeti kızlarının ölene kadar evlenmemeleridir.

 

Akile ve Zekiye annelerine bu vasiyeti yerine getireceklerini söylese de Zekiye bir buçuk yıl sonra cayar ve evlenir. Çatışmayı oluşturan da Zekiye’nin bu kararıdır. Zekiye, Halep’te öğretmenlik yaptığı evin divan efendisiyle bir yuva kurar. Hikâyede hareketliliği sağlayan bu evlilik olur. Süregidecek olan olaylar ya Fazıla’yı haklı çıkaracak ya da Zekiye evlilik hakkındaki ön yargıları yıkacaktır. Ancak beklenen mutluluk gelmez. Kocasını gece yarısı bir cariyeyle yakalayan hatta kocasının evlilik teşebbüsü olduğunu da öğrenen Zekiye kaybeder. Bu yenilgi onu hasta düşürür, verem olur ve bir süre sonra ölür.

 

Özgür olmak ya da olmamak mı?

 

Eğer özgürlük daha ilk satırlarda söylendiği gibi kendi hayatına sahip çıkmaksa Felsefe-i Zenan’da kim özgür olmuştur? Fazıla, Akile ve Zekiye istediği bir hayatı mı yaşamıştır yoksa söz dinlemeyerek duygusal bir yanılmanın acısını çeken Zekiye hürriyetten mahrum mu kalmıştır? Bu soruların cevabı sıradan bir hürriyet kavramıyla değil varoluşsal özgürlük bağlamında değerlendirildiğinde beklenenin aksine yanıtlarla okuru karşılar.

 

Fazıla için evlilik kadını hürriyetinden mahrum bırakan, bağlayıcı bir kurumdur. Kadınların horlandığı, köle gibi kullanıldığı ve içerisinde kendisine ait bir dünyanın kurulamadığı adaletsiz bir birlikteliktir. Özellikle kurgu zamanının aktarıldığı gerçek zaman bağlamında düşünüldüğünde Fazıla yaşadığı dönemin erkeklerine gönderme yaparak onlara asla güvenilmeyeceğini düşünür. Onun için kaçış, kendini sakınma bizzat özgürlüğü için yaptığı seçimdir. Oysa özgür olmanın ağır bir sorumluluk gerektirdiği bilinir. Fazıla’nın üstlendiği sorumluluğun sonucu Akile ve Zekiye’yi etkiler. Tecrübenin yol göstericiliğiyle kendini cesaretten uzak dinginliğe bırakan Akile kadar kendi tercihlerinin sorumluluğunu alarak yola çıkan Zekiye’nin yaşadıkları da özgürlüğe yaklaşımıyla ilgilidir. Zekiye’nin evliliği seçmesiyle özgürlük konusunda çatışma alanı kendiliğinden doğar. Burada yaşanan çatışma dışsal gerçeklikte kişinin zemin bulma ve zeminin yokluğu arasında sıkışmışlığıyla ilgilidir. İnsan için gerçek özgürlük yolu sahici olmaktır. Kendini gerçekleştirmeyle eş anlamlı kullandığımız otantik/sahici olma hali bireyin kendini fark etmesinin ötesinde çaba gerektirir. Baba kaybının ardından başka bir erkeğe sığınarak yaşamaktansa sosyal alandan uzak ama özel hayatında bağlarından kurtulmuş Fazıla kendini fark etmeye başlamıştır. O, bu yalıtılmışlığı özgürlük olarak tanımlar. Zihinsel olarak kimseye bağlı değildir. Maddi gücünün olması ekonomik bağımlılığı da yok eder. Seçimi kendine aittir ve Fazıla varlığını özgür kılacak yolda yürüyüp yaşamını tamamlar. Onun vasiyetiyse kadının özgür olma kadar özgür kalabilmenin yollarını aramaya mecbur olması değil daha dar bir çerçeve çizerek erkekten uzak kalabilmesidir. Ancak Zekiye kendi sınırını genişletmek ister.

 

Zekiye’ye göre annesinin haklılığı sabittir. Buradaki değişken evlenmeyi düşündüğü erkektir. Kötü erkek özgürlüğü engelleyense Sıtkı Efendi genelleme yapılarak anlatılan “kötü” erkekler gibi değildir. Kadınların özgürlüğü ve eğitilmesinden yanadır. Sıtkı Efendi’nin düşünceleri dönemin hâkim eril bakışının tam tersi olarak gösterilir. Bu iyi erkek tipi, Ahmet Mithat’ın erilliğe dönme çabası olarak kabul edebilirse de hikâyenin sonu aslında yazarın bir oyun oynadığını, ders verme amacı taşıdığını gösterir. Sıtkı Efendi’ye güvenen ve bir erkek annesi olan Zekiye bir süre sonra aldatılır. Fazıla’nın vasiyetini çiğnemek pahasına duygularına güvenerek hareket eden kızcağız mutsuzdur. Üstelik kendi konağından bir cariyeyle aldatılmıştır. Bu acı, yalnız aldatılmanın acısı değil annesinin onca çabasına rağmen eğitilememesinin ve yanılmasının acısıdır. Kurguda haklı çıkan Fazıla’nın bakış açısı gibidir. Yazar niyetini su yüzüne çıkararak, kadınların kendi hayatlarının kontrolünü almaları gerektiği, bağlı veya bağımlı yaşamanın insana verdiği zarar hakkında yorumlara açık bir hikâye olarak konusunu tamamlar. Sıradan hürriyet anlayışıyla Fazıla ve Akile hür, Zekiye hürriyetinden caymış olarak sayfalarda kalır.

 

Öyle midir?

 

Hikâyede Fazıla istediği gibi bir hayatı seçmiştir. Aslında Zekiye’de dünyayı görmek arzusuyla Muhsin Paşa ve onun ailesiyle Halep’e gidip istediği yaşama kavuşmuştur. Henüz gitme kararını alırken ablasına yazdığı mektupta onun içinde de farklı bir özgürlük arzusunun kanat çırptığı fark edilir. “Rû-yı arz yalnız bu İstanbul ve civarını muhit olan ufuktan ibaret değildir. Sair afakı dahi görüp hazret-i tabiatın her tarafça olan tesiratını muvazene etmek pek nafi bir şeydir (s.60)” der. Konakta yaşamayı seçen Fazıla’nın tersine tabiatı, dünyayı keşfetme merakı galip gelir. Gözünün gördüğü alanın dışına çıkmak ister. Bu durumda Zekiye’nin seçimini hürriyetinden vazgeçme olarak okumak olanaksızlaşır. Seçim noktasında en az Fazıla kadar özgür davranmıştır. Üstelik entelektüel birikimini kullanacağı çalışma hayatına girerek ‘sorumlu ben’in özgürlüğüyle hareket eder. Seçiminin bir vasiyet sonucu değil de kendi doğrularıyla şekillenmesi Zekiye’yi varoluşsal özgürlüğe yaklaştırır. Madem bilinç özgürlüğe mahkûmdur Fazıla kızlarına vasiyetinde onların yaşam biçimlerini belirlemekle özgürlüğün başkalarının özgürlüğünden geçtiğini unutmuş ve korumacı davranmıştır. Kendi özgürlüğü karşısında onların seçimlerine müdahale ederek onları kendine bağımlı kılmaya mahkûm etmiştir. Buradan bakıldığında Zekiye eril bakış açısıyla kazanan ya da kaybeden olarak değil, kendi bilinç seçimleriyle özgür olarak tanımlanabilir ve iş yazarın niyetini aşar bambaşka yerlere gider.

 

Zekiye, somut bireysel varoluşun temsilcisi gibi hakkı yenilmiş bir karakterdir. Kendi seçimleriyle ve yürüdüğü yolla kendini gerçekleştirme gayretine talip olmuştur. Bu da onu Fazıla’dan bir adım daha özgür kılar. Sadece Fazıla’nın vasiyetine bağlılıkla gelecek olan özgürlüğü elinin tersiyle itmiş ve bedelini ödediği sonuçla hayatına sahip çıkmıştır. Aksi durum bireysel özgürlüğüne daha en baştan müdahaledir. O, olanaklar sunduğu ‘ben’inin sesini dinlemiştir. Dolayısıyla Felsefe-i Zenan hikâyesinde, özgürlük tanımlamaları birbirinden farklı üç kadının hikâyesi işlenmiştir. Fazıla ve Akile sahip olduklarıyla kendi başlarına kalmayı, başkası için var olmanın asıl tutsaklık olduğunu düşünürken Zekiye onların dışında bir çerçeve çizerek farklı bir özgürlük anlayışını temsil eder. Her birinin hikâyesinin merkezinde ne olduğuna cevap arayan özgürlük momenti vardır.

 

BERDÜCESİ - Sayı: 4