GÜZ SONATI

 

Zeynep Sayman

 

“Kendi en yükseğinden itilince herkes incinir.”

Osman Konuk

 

Ingmar Bergman, 1978 yılında beyaz perdeye yansıttığı Güz Sonatı filminde çocukluğundan itibaren annesinden yeteri kadar ilgi görmeyen Eva’nın yetişkin bir insan olduğunda yaşadığı psikolojik çıkmazları anlatmaktadır. Tanrı, din, inanç gibi kavramları filmlerinde sorgulayarak izleyicinin zihninde rahatsızlık oluşturmaktan çekinmeyen yönetmen, bu filminde de hemen hemen her toplumda kutsanan “anne” kavramını görmeye alışık olmadığımız bir açıdan ele almıştır.

 

Çocukluğu süresince ebeveynleri ile sağlıklı bir iletişimi olmayan, ilgi ve sevgiden yoksun kalan bireylerin yetişkinlik dönemlerinde topluma ve insan ilişkilerine uyum sağlayamadıklarını, kendi içlerinde çatışmalar yaşadıklarını gözlemlemek, bu sürece şahit olmak gayet mümkün. Filmin başkahramanlarından Eva, annesiyle yüzleşirken çocukluğunun üzerine çekilen kalın perdeleri de aralıyor. Böylece Eva’nın mutsuzluğunun, karamsarlığının ve bunlara rağmen cılız da olsa annesinin sevgisine dair beslediği o umut ışığının açığa çıktığını görebiliyoruz.

 

Filmin başlarında Viktor, karısı Eva’dan bahsederken onun yazdığı şu satırları okur: “Kişi nasıl yaşaması gerektiğini öğrenmeli. Her gün üzerinde çalışıyorum. En büyük engelim kim olduğumu bilememem. Kör gibi el yordamıyla arıyorum. Eğer birisi beni olduğum gibi severse sonunda kendime bakmaya cesaret edebilirim belki. Bu olasılık benim için oldukça uzak.” İnsanı annesinden başka kim olduğu gibi sevebilir? Annesi hayatta olan biri için bu ihtimal neden çok uzak? Bu soruların cevabını Eva’nın en son yedi yıl önce gördüğü ve ısrarla evine davet ettiği annesi Charlotte, hem karakteriyle hem de kızıyla tartışması sırasında kurduğu cümlelerle veriyor.

 

Charlotte, kendini kariyerine adamış ünlü bir piyanisttir. Hem kendisiyle çok ilgili, dış görünüşüne önem veren hem de bencil ve mükemmeliyetçi bir kişiliğe sahip. Bencilliği yaşamını öylesine kaplamış ki kendi çocuklarına sevgisini ve şefkatini göstermek, hatta çocukları bile umurunda olmamıştır. Eva’nın evine geldikten sonra, bir gece onunla yüzleşmeye, tartışmaya başlayana kadar biraz gizemli ve oldukça sevecen biri olarak görüyoruz. Eva ile Charlotte arasında gayet normal ve sevgi dolu görünen anne kız ilişkisinde ilk kırılma Eva’nın, ağır bir hastalık yaşayan kardeşi Helena’nın da evde olduğunu, bir süredir onun bakımını kendisinin üstlendiğini annesine söylemesiyle yaşanıyor. Charlotte her ne kadar güçlü ve soğukkanlı görünmeye çalışsa da yüzüne ve hareketlerine yansıyan huzursuzluğu gizlemeye gücü yetmiyor. Yakınlık göstermediği bu hasta çocuğunun vicdanı için de koca bir kambur olmasını istemiyor.

 

Eva annesinin eve geldiği andan itibaren onu olgunlukla ve güler yüzle karşılıyor. Her ikisinin de birbirlerine karşı olan bu yaklaşımlarının yanı sıra ikisinin davranışlarında da bastırmaya, gizlemeye çalıştıkları bir şey olduğu hissediliyor. Bütün dinginlik, bir gece Eva’nın yıllardır içinde biriktirdiği duygularını annesinin yüzüne vurmaya başlamasıyla bozuluyor. Konuştukça çocukluk dönemini görmeye başlıyoruz. Oyuncaklarla dolu bir odanın içinde mutsuz ve ölmek isteyen bir kız çocuğu karşılıyor bizi. Annesi aylar süren turnelere gidiyor, eve döndüğünde ise ne kızına ne eşine yakınlık gösteriyor. Annesinin aşağılamalarına, hakaretlerine rağmen birazcık sevgi için, annesine kendini kanıtlayabilmek için elinden geleni yapıyor fakat hep kapının dışında kalıyor. Kısa süren bu duygusuz görüşmelerden sonra yine seyahate çıkıyor ve Eva, babasının şefkatine sığınıyor. İkisi de aynı kişi tarafından yalnız bırakılıyor; birinin eşi, diğerinin annesi Charlotte.

 

Eva annesiyle yüzleşip ona içindekileri dökerken zalim bir anne profiline sahip olan Charlotte birdenbire mazlum bir çocuk oluyor. “Anne ve babamın bana dokunduklarını hatırlamıyorum bile, ne şefkatli ne ceza için. Sevgiyle alakalı ne varsa tamamen habersizdim; şefkat, dokunma, mahremiyet, samimiyet. Duygularımı göstermenin tek yolu müzikti. Bazen geceleri uyanıkken gerçekten yaşayıp yaşamadığımı merak ederdim. Bu herkes için böyle midir? Yoksa bazı insanlar sevme konusunda daha mı yetenekli oluyorlar? Ya da bazı insanlar yaşamak yerine sadece var mı oluyorlar?” Kendi anne babasından sevgi gördüğünü hiç hatırlamadığını söyleyen Charlotte kızına içine dökerken aslında kendisinin de neredeyse Eva’dan farklı bir çocukluk geçirmediğini anlıyoruz. “Senin annen olmayı ben istemedim. En az senin kadar yardıma muhtaç olduğumu bilmeni istedim.”

 

Sevgisizliğin de sevgi kadar doğurgan olduğundan bahsedebiliriz. Her ikisi de özellikle aile içerisinde yaşam alanı bulduğunda yarattıkları etki ve yıkım kaçınılmaz olarak bireyin karakterini ve hayatını şekillendiriyor. Bergman ise iyi bir gözlemci olarak bu detayı etkili bir biçimde perdeye yansıtıyor. Annesi ile yüzleşirken Eva’nın kurduğu şu cümleleri adeta izleyicinin düşünmesini istiyor: “Bir anne ve kızı. Duyguların, karmaşıklığın ve yıkımın ne korkunç bir kombinasyonu. Sevgi ve ilgi adına her şey mümkündür ve yapılabilir. Annenin acıları kızına geçmelidir. Annenin hatalarını kızı ödemelidir. Annenin mutsuzluğu kızının mutsuzluğudur. Sanki göbek bağı hiç kesilmemiş gibi. Gerçekten öyle mi? Kızının felaketi annenin zaferi mi? Benim kederim senin saklı zaferin mi?”

 

Annesi hiç beklemediği bu çıkıştan sonra Eva’yı ve Helena’yı yine terk eder. Eva ile konuşurken kendisinin de sevgisiz büyüdüğünü fark edip üzüldüğümüz Charlotte olumlu yönde bir gelişme gösterecek diye beklerken Helena için “Neden ölmüyor ki!” demesi yine en başa taşıyor ve onun artık sevgiyle, kızlarıyla arasında bir bağ kalmadığını ifade ediyor. Fakat Eva bilinçli ve kendini geliştiren bir karakter olarak devam ediyor filmde. Kendisinden yaşça büyük olan eşine ve hasta kardeşine adıyor kendini. Küçük yaşta kürtaj yaptırdığını ve daha sonra Viktor ile evliliğinde dünyaya gelen oğlunu kaybettiğini bildiğimiz Eva, yeniden anne olmaya dair bir umut beslediğini göstermiyor. Ama her şeye rağmen, annesinin bir daha gelmeyeceğini bilmesine rağmen ona ve onun sevgisine olan umudunu kaybetmiyor, annesine mektup yazmaya devam ediyor. Sisifos gibi her düşüşünde incindiği o yükseğe, kendi en yükseğine tekrar tekrar tırmanmaya çalışıyor. İşlemediği bir günahın bedelini ödüyor.

 

Kutsalı kutsal yapan ne? Kutsal olan ‘anne’nin güçsüz bir insan olması, kendi çocuğuna sevgisini, merhametini esirgemesini haklı kılar mı? Güz Sonatı, birçok bireyin ruhunu yaralayan fakat bilerek ya da bilmeyerek üstünü örttüğü bir gerçeği açığa çıkarıyor ve sorgulamaya zemin hazırlıyor.

 

 

BERDÜCESİ - Sayı: 5