HANGİ HİKÂYE
Sokak lambasının ışığı duvarda üç gölgeyi büyüttü. Şehremini’nin dar sokaklarında, adı ev kendi virane olan yıkıntıların arasından yürüyorlardı. İkisi hafif kamburdu, öteki dimdik. İkisi sabır taşıydı, öteki fırtına. Bir bankın önünden geçerken aynı şeyi düşündü yaşlılar. Sözleşmiş gibi oturuverdiler kuru tahtaya. Kadim dostların en tatlı eğlencesiydi konuşmadan anlaşmak. Yıllar evvel güçlü bir inanç ağacının altında buluşmuş, bir daha ayrılmamışlardı. Fakat aralarına yeni katılmış şu gençle sadece bir haftadır beraberdiler. Hâline bakılırsa emeklemeden ayağa kalkmak, adımlamadan koşmak isteyen tez canlının biriydi. İhtiyarlardan girişken olanı, tatlı bir dille sordu:
“Neden bu kadar acele ediyorsun, evladım? Biraz dinlenmek hepimize iyi gelir,”
Karşılaştığı insanlar ona hep yavaşlamasını tavsiye ediyordu. Her zaman böyle olmuştu. Fakat bilhassa şimdi beklemesi için hiçbir sebep yoktu. Yaşlılarla geçen hafta tesadüfen gittiği bir toplulukta tanışmış, gecenin sonunda gruptan ayakları yerden kesilmiş bir hâlde ayrılmıştı. Çünkü her âdemoğluna nasip olmayan bir şeye şahitlik etmişti. Ve bir keramet görmüş bütün insanlar gibi imkânsız kelimesini lügatından silmişti. Demek geri döndürülemez bir durum yoktu, üzülecek bir şey yoktu. Sabah yine tek poğaçadan ibaret kahvaltısını yapıyor, kapıdan çıkarken tabanı aşınmış ayakkabısıyla uzun bir yolu kat ederek dumandan nefes alınmaz işine gidiyor, akşama dek çalışıp didiniyordu. Fakat o artık yüzünden hiç gitmeyen bir tebessümle yaşıyordu.
Günlerce gözledikten sonra insanların sevdiği şeyleri özenle bulur, evlerine girerek pahalı bir tabloyu, minik bir tokayı, paslı bir makası, evet paslı fakat mutlaka değer verilen, itinayla saklanmış bir makası cebine atıp hızla çıkardı. Önemsenmiş, korunmuş her şey onun olsun isterdi. Domuzluk sanatının en büyük ustasıydı. Fakat o akşam titreyen kandillerin ışığında, göreceğini gördükten ve girdiğinden farklı biri olarak kapıdan çıktıktan sonra kendine bir söz verdi: Bundan sonra aklını yalnız iyiliğe çalıştıracaktı. Gerçi iyilik hep oradaydı, bakmadığı yerde. Sadece bir seçim meselesiydi, bir kaldırımdan karşıdakine geçmek gibi. Neden şimdi diye sormasına gerek var mıydı? Adına can denen, taze nefes denen inanç, kanına şimdi zerk edilmişti. Kısaca,
“Erken gidersem orada daha fazla şey öğrenirim belki,” diye cevapladı.
“Bu işlerin zamanla bir ilgisi yok ki, çabayla da. Bazen her şey bir anda olur,” diyerek araya girdi Kemal. Sonra kendi macerasını düşündü. İmtihanı, sabırsızlık değildi. İşin aslı, onu zorlayacak büyük bir imtihanı olmamıştı, fakat hayatın iltimas geçtiklerinden biri de sayılmazdı. Tanrı’nın azla yetinmesini beklediği kişilerdendi. Kocasına sıcak davranmayı öğrenemeyen bir eş, gelecek vaat etmediğini düş kırıklığıyla fark ettiği bir evlat, akmayıp damlayan bir kazanç... Parlak sevinçleri tatmayacağı ortalama bir hayattı onunkisi. Eksiklere eyvallah demeyi öğrenmesi yirmi yılını almış, dönüşümü hiç de gence bahsettiği kadar kolay olmamıştı. Kırk yıllık arkadaşı, Cemal Efendi sordu bu kez gence:
“Seni buraya getiren nedir? Anlatman hoşumuza gider,” Sonra, dinlemeye hazırız, der gibi bedenini tamamen ona çevirdi.
Genç adamın niyeti daha fazla zaman kaybetmek değildi. Bütün samimiyetleriyle ondan bir cevap bekleyen insanlara macerasından bahsedip yanlarından ayrılacaktı. Gidecekti. İlk görüşte sevdiği muhterem bir kişiden geçen hafta ufak bir parçasını tattığı neşenin devamını istemeye gidecekti.
“Bir zavallının akıl almaz hikâyesine şahitlik etmeseydim sizden, sizin gibilerden haberim olmayacaktı. Yabancı bir dünyanın insanları olarak kalacaktınız benim için,” diye başladı.
“Hangi hikâye?” diye sordular aynı anda.
“O perşembe akşamı işten çıkmış evime yürüyordum, birden yağmur bastırdı. Dakikalar içinde öyle hızlandı ki onu yolda kalanların, saçak altı bulamayanların canlarına kastetmiş bir düşmana benzettim. Ve dikkatimi çeken aralık bir bahçe kapısından kendimi içeri attım. Badem ağaçlarıyla dolu bu avluyu şimdiye kadar hangi güç gözümden saklamıştı? Az ötedeki diğer kapıyı açtığımda keyifli bir akşamın sarhoşluğunu süren bir salon insan bana, bakışlarıyla, hoş geldin, diye seslenince şaşırdım. Evet, bakışlarıyla, dedim. Böyle olduğuna yemin edebilirim. Sanki saatlerdir beklenen bir yolcuydum da harekete hazır bir tren beni almadan kalkmayacaktı. Kolu bacağı olmayan hastalar, suratları asık, hayata küsmüşler, gözyaşı döken kalbi kırıklar; hepsi bir yönüyle birbirinin aynısıydı. Burası eksikler yurduydu! Düşkünlüklerinin acısını dindirme arzusu birleştirmişti onları. O büyük varlığın kendilerini unutmadığını biri onlara hatırlatsın diye toplanmışlardı. Yağmur diner dinmez çıkıp gidecektim buradan. Gelirim düzenli, sevdiklerim yanımdaydı. Diğerleri gibi yana yakıla bir şey aramıyordum. Evet, ara sıra başımı ağrıtan bir kusurum vardı, fakat istediğim zaman son verebilirdim buna. O insanlar gibi değildim. Ben eksik değildim. Fakat aniden diğerlerinden yüksek bir minderde oturup herkesi babacan bakışlarla süzen kişi, mekânın sahibi, bana öyle bir baktı ki gözlerimi ondan ayıramadım. Sessiz bir emre uyarak yavaş adımlarla salonu geçtim, önüne çöktüm.”
“Hepsi bu mu,” diye sordu Cemal Efendi, gür kaşlarının altından bakarak. Devam etmesi için onu cesaretlendirmek istedi, genç adam duraksayınca. Bu, ihtiyarın çevresine karşı genel tavrıydı. Aldığı bütün nefesler öfkeyle doluyken bile, kendine yardım etmesi şartken bile, diğerlerinin hizmetine koşardı. Belki de adının sonundaki efendi sıfatı ona bu sebeple verilmişti. Efendilik, başkalarını daha fazla düşünebilme yeteneği olmalıydı.”
Eksik diyerek kendinden ayırdığı, yarım olarak gördüğü insanların arasına ihtiyarları da kattığı için biraz utandı: “Diğerleriyle bakışlarımızla selamlaşsak bile orada benimle konuşan sadece sizdiniz. Sıcaklığınız beni hissettiğim yabancılıktan kurtardı,” diyerek gönüllerini almak istedi. Bu iyi niyetli adamlara aklını kurcalayan meseleleri soramaz mıydı? Vakitlerini verip onu anlamaya, belki de yolda karşısına çıkabilecek zorluklara alıştırmaya çalışıyorlardı. Fikri bir an sonra yine değişti. Çeşmenin kaynağından su içmek her zaman en doğrusuydu. Bazen bir kapı aralanır, içeriye misafirler dolardı. Misafirler, ardı arkası kesilmeyen düşünceleriydi. Hepsi ona birbirinden değerli göründüğünden bu hâlde saatler geçer, aralarında bir bağ kuramadan aklı karışır, yorulurdu. Bazen de bir konuşmanın en önemli kısmında ne söyleyeceğini unutur, yüzme bilmeyip denize düşen biri gibi çırpınırdı ona bakan insanların karşısında. Yine öyle olmadan anlatmak istedi:
“On yedi veya on sekiz yaşlarındaydı. Annesiyle ne zaman salona girip yanıma oturdu, dizi ne zaman dizime değdi, hatırlamıyorum. Kadıncağızın hem kısık hem üzgün sesini duyduğumda bile ikisine başımı çevirip bakmadım. Bu dünyaya ait insanların, asıl görüntülerinden bağımsız, sadece kafamda şekillendireceğim birer hayal olarak kalmalarını istedim. Çaresiz anne benim de önünde saygıyla eğildiğim kişiye kendilerini perişan eden sıkıntıyı anlatmaya başladı. Hayattaki tek tesellisi olan oğlu aynaları seviyormuş. Ta ki o sabaha dek. Her zamanki gibi yeni doğan günün neşesini taşıyarak banyoya gitmiş. Aynada birkaç saniye yüzüne baktıktan sonra gördüğü şeye katlanabilmek için sesi yettiğince bağırmaya başlamış. Aklının almadığını kalbi de kabul etmemiş çünkü. Fakat aynada gördüğü gerçekmiş. Oradan yüreği gümbür gümbür çarparak çıkmış, koşarken karşısına çıkan sandalyeyi devirmiş. Gözü yaşlı kadın ağlamaya başlayınca onu ilgiyle dinleyen şeyh sordu:
-“Öncesinde ne oldu?”
“Evladı bir hafta evvel saygıda kusur edilmemesi gereken biri hakkında ileri geri konuşmuş. Hem de yaşıtlarından ibaret büyük bir grubun içinde. Güle oynaya, kahkahadan kırılarak. Dediğine göre, o gece çocuğun başını huzurla yastığa bıraktığı son gece olmuş.”
“Dayanamadım ve başımı onlara çevirdim. Çocuğun suratını size nasıl anlatsam! Bakan, geriye sıçrıyordu. Ağzıyla kulağı yer değiştirmişti! Yüzün tam ortasında, dudağın bulunması gereken yerde, sarılacak gibi birbirine dönmüş karşılıklı iki kulak vardı. Bu cezanın niçin verildiğini sorar gibi duran, çaresizce orada duran iki soru işareti! Fakat artık neredeyse yazılı bir belge kadar açık felaketten sonra anlamış olmalıydı. Kimi cezalar insana edepsizliğinin karşılığında veriliyordu. Ayakkabılarımı bile almadan böyle yalınayak kaçmak, bacaklarım kopana dek koşmak istedim. Bakışlarını anında bana çevirdi, gizlileri bilen. Minderime daha da yapıştım çünkü gözleriyle otur dedi.
O sırada kara bir kedi bankın arkasındaki çalılıktan telaşsızca yürüdü. Sır dolu bu hayvanlar Cemal Efendi için her zaman özel olmuştu. Yabancılık çekmeden adamın dizlerine tırmandı. Onlar kimin kucağına oturacağını da kimden kaçacağını da iyi bilirdi.
“Sonra o mübarek, dehşet içindeki oğula ve kızarmış gözleriyle oturan anneye, beni burada bekleyin, diyerek herkesin şaşkın bakışları arasında tekkeye pek uzak olmayan yatıra gitti. Kendisi hakkında konuşan çocuğun kulaklarını bir çırpıda ağzının bulunduğu yere getiren zatın yatırına. Bedeni toprak, ruhu uyanık olan bu evliyanın aslında kötü bir niyeti yokmuş. Kimseyi küçümsememesi gerektiğini öğrensin diye ufaklığa aklından çıkmayacak bir ders vermek istemiş sadece. Ağzını bundan böyle daha seyrek kullanması için kulağın olduğu kısma, arkaya, görünmeyen bir yere koymuş. Belli ki konuşmanın dinlemek kadar önemli olmadığını anlatmak için yapmış bunu. İki kulağını da yüzün tam ortasına birbirlerine bakacak şekilde yerleştirmiş. Söylenen sözleri kolayca duymaları, yani işlerini iyi yapmaları için. Ceza vermekte pek çabuk davranan evliya, hikâyeyi işitir işitmez postundan kalkıp alelacele huzuruna giden kişinin kim olduğunu bilmiş. Ruh kendisine benzeyeni tanıdığından, hemen onu selamlamış. Gerçi, garip bir şekilde karşısından ayrılamadığım şeyhi hızlı adımlarla üzerine bastığı toprak ve yolda yanından geçtiği hayvanlar da tanıyormuş. Yatıra varır varmaz şeyh, ona, dünya ehli dediği çocuğun pişmanlık duyup kendisine sığındığını anlatmış. El pençe divan durup evliyadan af dilemiş. Sonunda ikna olan mübarek de yumuşayıp zavallıyı bağışlamış.”
“O yokken, yanımdaki çocuğa ve annesine bir kez bile bakmadım. İşin sonunu ziyadesiyle merak ettikleri için onlar da başları önlerinde tek kelime etmeden durdular. İçleri kıpır kıpır olsa da haklarında verilecek hükmü sessiz beklediler. Bir ara kafamı arap sabunu kokan halılardan kaldırdığımda sıcacık tebessümüyle ikisini seyreden şeyhi gördüm. Ne zaman salondaki insan kalabalığını geçip karşımdaki minderine oturmuştu? Her şey öyle hızlı gelişiyordu ki tam içimden çocuk ne hâlde acaba diye geçirirken acılı kadının çığlığı yükseldi. Derhal oğluna baktım. Bu çığlık uzun zaman evvel vazgeçtiğini zannettiğim sevincinin geri döndüğünü gösteriyordu. Çocuğun incecik ağzı da, biçimli kulağı da yerli yerindeydi. Tekrar tekrar baktım ona. Hiçbir kusuru yoktu, doğduğu günkü kadar mükemmeldi.”
Genç adamın hayreti eksileceğe benzemiyordu. Anlatırken içinde bir coşku kocaman dalgalar hâlinde sarmıştı onu. Böyle biri uzun süre hareketsiz kalamaz, kalırsa kendi beynini yerdi. Ucundan kemirip ortasına ulaşır, hepsini kırt kırt sesler çıkararak bitirince yeni bir beyne kavuştuğunu hayal edip bu sonsuz döngüyü tekrar başlatırdı.
-“Hatırladınız mı,” diye sordu ihtiyarlara dönerek. Cevabı hemen duymalıydı. Güzelliklerden tat almasına engel olan aceleciliği onu rahat bırakmıyordu. Bu onun için hayattaki en zor şey de olsa, büyük bir gayretle dikkatini yoğunlaştırdı.
Yaşlılar önce kimden bahsedildiğini çıkarmak ister gibi düşüncelere daldılar. El fenerlerini hafızalarındaki karanlıklara tutup orada bir müddet gezindikten sonra neredeyse bir ağızdan:
-“Buraya öyle bir çocuk ve anne hiç gelmedi,” dediler. Ne kadar kesin konuşmuşlardı. Gencin zihni yine başının içinde arı gibi vızıldıyordu. Sabit bir düşünceye demir atamadığından derinleşemedi de. Ardından sinirlenip ilk defa sesini yükseltti:
-“Nasıl olur! Onların sağında oturuyordunuz ve bu ilginç öyküyü gözlerinizi kırpmadan dinlediniz.”
Cemal Efendi her şeyin mutlaka bir açıklaması olduğuna inanıyordu. Ocağa geldiği ilk senelerde fark ettiği mühim bir konu daha vardı: Âdetlerine yabancı kişilerin bünyesi, sır sayılabilecek kimi açıklamaları kaldıramayabilirdi. Fakat belli ki bu genç çağırılmışlardandı ve onu ürkütmeyecek kadar bilgi vermenin zararı yoktu.
-“Evlat,” dedi, aklı karışmış birini yatıştırmak isteyen ses tonuyla. “Bu kapıda hiçbir şey öğrenememiş olsam da tek bir şeyi iyi öğrendim. Başladığım işi bırakmamayı. Yirmi yıldır bu çatının altındayım ve bana şifa olan buluşmaları bir kez bile aksatmadım. Hiçbir sohbete de gelmemezlik etmedim. Fakat ne bahsettiğin kişileri gördüm ne de anlattığın hikâyeye şahit oldum.”
Genç adam, önceki hafta yağmurdan kaçarak birkaç saatliğine arasına karıştığı insanlardan bir şey görmüştü. Sohbetten evvel herkese bir tepsi yemek getirildiğinde küçük bir kâseye konmuş tuza parmaklarını banıp dillerine dokundurdular. Şimdi o, kâseye düşmüş, yavaşça erimekteydi. Bir tencerenin içinde tuzla kavruluyordu. Tuz gölündeydi ve gerçeği öğrenmeye çalışırken gözleri yanıyor, adım adım beyaz bir körlüğe yaklaşıyordu. Nasıl olur, diye söylenmekteydi hâlâ. Tam o sırada anlayışlı bir tebessümle kendisine bakan Cemal Efendi’den ömür boyu unutamayacağı şu cümleyi duydu:
-“Demek bu hikâye herkes için değilmiş. Bir şeyi sadece işitmesi gereken işitir,”
İhtiyarlar bu tip durumlara alışık insanların sakinliğiyle süzdü onu. İçlerinden, bu da olur, der gibiydiler. Sanki ömürleri sıra dışı olaylarla geçmişti de artık hayret ederek karşılayacakları hiçbir şey kalmamıştı.
İşte o zaman genç adam, hayatında ilk kez öyle bir mekânda, kendine orada ne işi olduğunu sormayı aklına bile getirmeden diz çöküp edeple oturur, daha önce tatmadığı bir sükûnet havasını hayranlıkla solurken, şeyh diye hürmet edilen kişinin, gözlerine, bir yabancıya garip kaçacak kadar uzun baktığını ve şimdi ihtiyarlara anlattığı bu hikâyeyi sadece bir his olarak ruhuna üflediğini anladı. Demek gerçek bir inandırıcılıkla yanı başında hissettiği insanların öyküsünü o ışıl ışıl iki gözden dinlemişti. Ağlayarak içini döken anne ve bütün ayrıntılarıyla yüzünü gördüğü oğul etiyle kemiğiyle canlıydı diye itiraz edecek oldu fakat bunu söylemeyi gereksiz buldu.
Cemal Efendi gencin ne yaşadığını tahmin edebiliyordu. Sebebini de. Cevabını duymak için değil, yeni arkadaşının zihninde bir ışık yakmak için sordu:
-“Bu mucizeye şahit olmasaydın şimdiki istekle yanımıza gelecek miydin?”
-“Bir daha sokağınızdan bile geçmeyecektim!”
Onu göz göz oyukları olan bir ağaca dayanıp saatlerce ayakta durmak yormamıştı. Muhabbetin vardığı noktadan ne anlaması gerektiğini bulamadığı için kendine kızmaktan yorulmuştu. Kalbinde tekrar konuşma kuvvetini bulunca,
-“Peki, neden oraya gelmem isteniyor?” deyiverdi. Bu cümleyi doğru kurabilmesine sevindi ihtiyarlar. Kendilerinden hızlı yol alacağını umut edip tatlı bir dalgınlığa gömüldüler. Sohbete başladıkları âna göre şimdi daha keyifliydiler. Gün, gönüllerince bir hediye sunmuştu yine ikisine.
Tecrübenin kazandırdığı bir olgunlukla ona cevap vermemeyi uygun gördüler. Hem bunu kendisinin bulması gerekmez miydi? Kalkma vakti, diyerek koluna girip genç adamı ortalarına aldılar. Biraz evvel sorduğu soru için dile getirilmemiş bir cümle, hepimiz eksiğiz evlat, kalkarken usulca kaldırıma bıraktıkları kedinin, akşam karanlığında eve dönen adamların, oyunlarını bölüp onlara yol veren çocukların üzerinde uçuştu. Ve bütün semte yayıldı. Bütün şehre. Havada kimsenin üstlenmeye yanaşmadığı bir ayıp gibi gezinip sahibini aradı. Bazıları kafalarını birkaç saniyeliğine göğe kaldırıp yine aynı hızla indirdi. Bazıları hastalık bulaştıracak gizli bir elin dokunduğunu zannedip korkuyla sıçradı. Bazılarıysa sebebini bilmedikleri bir rahatlığın, tarifi imkânsız bir kabullenişin içlerine yerleştiğini hissetti. Çünkü bir şeyi sadece hissetmesi gereken hissederdi.
Zeynep Kaplantaş
BERDÜCESİ - Sayı:10