HANIM

 

“Senin yüreğin iyilik dolu Olcay! Bu dünyada acı çekmeden yaşaman imkânsız.”

 

Yeşil pardösülü, fötr şapkalı, eldivenli, yaşını almış şık bir hanımın elinde büyükçe bir kafesle oradan oraya yürüdüğünü görürüz ekranda. Sokaklarda dolaşan bu zarif hanımın yüzünde endişe, taşıdığı kafeste ise bembeyaz, sevimli bir kedi vardır. Gördüğümüz sokaklar eski İstanbul’a aittir. Elinde kediyle yürüyen hanımın ne yapmak istediğini anlamaya çalıştığımız görüntüler; Yıldız Kenter’e Korsika Bastia film festivalinde en iyi kadın oyuncu, usta yönetmen Halit Refiğ’e ise 26. Altın Portakal film festivalinde en iyi yönetmen ve en iyi 3. film ödülü kazandıran sinema filmi “Hanım” a aittir. 1988 yılında çekilen dram filminde, Yıldız Kenter ve Eşref Kolçak başrol oyuncularıdır. Filmin müziklerini ünlü Türk bestekâr Ahmet Adnan Saygun’un “İnci’nin Kitabı” adlı çocuk besteleri ve Cemal Reşit Rey’in “Hatıradan İbaret Kalan Şehirde Gezintiler” adlı eserinden bir bölüm olan “Mezarlık” oluşturur. Filmin konusu, ilerlemiş kanser hastalığına teslim olan piyano öğretmeni Olcay Hanım’ın ölümünün yakın olduğunu anlayıp geride bırakacağı kedisi “Hanım”a güvenilir bir yer bulma çabasıdır. Yalnız yaşayan Olcay Hanım paşa torunudur ve tam bir İstanbul hanımefendisidir. Deniz yüzbaşısı olan eşi genç yaşta Dumlupınar’da şehit olmuş, iki yaşındayken babasız kalan kızı Ülkü’yü tek başına büyütmüştür. Ülkü büyüyüp evlenince Amerika’ya yerleşmiştir. Annesine fiziki uzaklığı kadar ruhi uzaklığı da olan Ülkü, kendi dünyasında çalkantıları olan, bir çocuk annesi genç bir kadındır. Film ilerlediğinde Ülkü’nün başka bir erkek için eşinden ayrılmak istediğine tanık oluruz. Türkiye’ye dönünce iş kurmak bahanesiyle ihtiyar ahşap konağın satılmasını isteyen Ülkü, annesinin hâlinden anlamayan, vurdumduymaz, vefasız, gaddar bir evlattır. Ülkü’nün eşini ve oğlunu terk etmesinden sonraki günlerde, Olcay Hanım’ı damadı Agâh ile torunu Selçuk ziyarete gelirler. Küçük Selçuk anneannesine bir demet pembe gonca gül getirir. Gülleri vazoya yerleştiren Olcay Hanım ile damadı arasında geçen konuşmalar seyirciye aktarılırken pembe gonca güller sürekli ekranın bir köşesindedir. Bu detay Selçuk’a, -yaşamın başında olan çocuğa- yaşama ve geleceğe bir ümittir. Agâh Bey’in kayınvalidesi Olcay Hanım’a olan yaklaşımından duyarlı, hassas bir iç dünyaya sahip olduğunu anlarız. Olcay Hanım’ın sağlığıyla ilgili bir şeyleri fark etmesi ve bunu anlamaya çalışması bu kanaati oluşturur seyircide.

 

Filmde bir kedi ile bir kadın arasında yaşanan koşulsuz sevgi yanında Olcay Hanım’a uzaktan aşk duyan Necip Kaptan’la olan sahneler film içinde ayrı bir film gibidir. Necip Kaptan; kömürlü, eski bir geminin yıllardır kaptanlığını yapmakta ve yalnız yaşamaktadır. Uzaktan ilgi duyduğu Olcay Hanım’a karşı bir türlü duygularını ifade edememiş, onu kenardan kıyıdan izlemiştir hep. Aralarındaki kültür ve anlayış farkı buna mâni olabilir çünkü filmin bir yerinde belediye tarafından zehirlenip öldürülen kediler için hüngür hüngür ağlayan Olcay Hanım’ın sokaklar kedi doluyken bu kadar üzülmesine anlam veremez Necip Kaptan. Olcay Hanım da onun bu üzüntüsünü anlayamamasına yabancıdır. Ayrıca Necip Kaptan kedilerden de hiç hoşlanmamaktadır. Bu detay onları gözümüzde ve gönlümüzde birbirinden ayırır fakat daha sonra boğazda yaptıkları gezide birbirlerini anlayan bir konuşma yapmaları ve bu konuşmada insanlıktan, efendilikten, gemilerden, kaptanlık mesleğinden ve eski İstanbul’dan dertlenmeleri birbirini anlayan iki arkadaş muhabbetine dönüşür. Bu boğaz gezisinde İstanbul’u gri görürüz. Bu gri manzaranın altında onların son kez bir arada oluşu ve yaklaşan ölümün rengi vardır.

 

Olcay Hanım’ın hastalığını doktorundan başka kimsenin bilmemesi, son günlerde sık sık sancılanıp ağrı kesicileri üçer beşer alması, yalnız ve hasta bir kadının çaresizliğini gösteren birtakım üzücü sahnelerdir. Filmde öne çıkan mesele her ne kadar ölmeye yaklaşan bir kadının kedisinin ortada kalmasını dert edinmesi gibi görünse de asıl mesele yaşlılık ve yalnızlıktır. Yine bu metaforlar çerçevesinde filmde esas dikkat çekilen konu ise değişen dünya, değişen İstanbul ve yozlaşan insandır. Olcay Hanım’ın sıradan bir hayvana verdiği değeri anlamakta zorlanan bakkal ve diğerleri zamanın getirdiği değişimi yansıtır. Tiyatro sanatçısı Yıldız Kenter, sergilediği başarılı oyunculuğuyla değişen zaman ve insan karşısındaki şaşkınlığını; yaşlı, hasta ve yalnız bir kadın olarak seyirciye fazlasıyla hissettirir ve hepimizi kendi sonumuzu düşünmeye sevk eder.

 

Filmde; dönem insanının giyim kuşamı, konuşması, komşuluk ilişkileri, misafirlik adabı bize sosyolojik veriler de sunar. Çayın porselen fincanlarda içilmesi, diyaloglardaki sakinlik, efendim hitabıyla kurulan cümleler, ziyaretlere çiçeklerle gidilmesi bugünkü modern dünyadaki hızımızı ve yitirdiklerimizi bir tokat gibi çarpar yüzümüze. Olcay Hanım’ın piyano dersi verdiği son öğrencisi Canan ile olan ilişkisi Necip Kaptan’la olan ilişkisi gibi zarafet dolu, sıcak ve değerlidir. Ona Türk bestekârlar Cemal Reşit Rey ve Ahmet Adnan Saygun’un eserlerini öğreten Olcay Hanım, son görüşme olarak hissettiği son dersinde ünlü bestekârın “İnci’nin Kitabı” adlı bestelerini ve elinde olan bütün kıymetli eserleri Canan’a hediye eder. Bana kızımdan bile daha yakınsın, dediği küçük kız buna çok sevinir. Ne yazık ki bir dahaki derse geldiğinde öğretmeni ona kapısını açamayacak, içeriye buyur edemeyecek ve tek başına öldüğü evinde birileri tarafından bulunmayı bekleyecektir. Zavallı kedicik Hanım ise sahibesinin ölü bedeni yanında onun ve şefkatinin dirilmesini bekleyecektir. Öğretmenini ziyarete gelirken bir demet pembe çiçek getiren Canan, babasıyla birlikte bir not yazıp çiçeği kapıya asacak, on bir gün sonra kurumuş çiçekleri Ülkü bulacak, açılmayan kapı onu telaşlandıracak, erkek arkadaşıyla arka kapıdan eve girince tamamlayamadığı vasiyetiyle annesinin ölüsünü bulacaktır. Annesini defnettikten sonra evdeki çekmeceleri, dolapları karıştırıp değerli eşyaları alan Ülkü, onun en değerli varlığını, can yoldaşını -kedisi Hanım’ı- ensesinden hoyratça tutarak kapı önüne atacaktır ve eve satılık ilanını asacaktır. Orada boğazımıza bir yumru takılacak ve kuvvetli yağan yağmur altında bir kuytuda büzüşen kediciğe üzüleceğiz hep birlikte. İşte o esnada karşımıza Necip Kaptan çıkacak. Her geçişinde durup baktığı ahşap konağın penceresinde Olcay Hanım’ı gören Necip Kaptan onun parmağıyla işaret ettiği yöne gidecek, soğukta üşüyen Hanım’ı fark edecek ve onu kucağına alıp paltosunun içine saklayacaktır. Biz de hep birlikte o paltonun içine gireceğiz. Necip Kaptan’ın paltosunun altında sevgiyi, iyiliği, vefayı, nezaketi, zarafeti, “insan”ı bulacağız. İnsan hep kaybolacak ve biz, dün de bugün de yine onu arayacağız hem tek başımıza hem de hep birlikte.

 

Emel Karagedik

 

BERDÜCESİ - Sayı: 9