HİKÂYE KOLEKSİYONCUSU
"…sağlam bir yaşama aşkı bu kalpte ve etrafındakilerde, yerinden sökülmesi imkânsız bir ağaç gibi, kökleşmişti.” A. H. Tanpınar
Hasan Salih Dede, her sabah olduğu gibi o sabah da henüz güneş doğmadan uyanıp boyundan aşağısı felçli olan karısının tüm ihtiyaçlarını giderdi. Yatağının yanındaki derme çatma ahşap pencereyi açarken “Bugün hava çok güzel, içeriye temiz hava dolsun, bedenine çare bulunamasa da ruhun şifa bulsun,” dedi. Yaşlı kadının yastığını biraz yükseltip onu hafifçe doğrulttu. Ona şefkatle gülümseyip ağarmış saçlarını incitmeden taradı. Saçlarını taramak için çıkardığı oyalı, beyaz tülbendi yeniden başına sardı. Bak, dedi Hasan Salih Dede, işaret parmağıyla karşıdaki tepeyi göstererek “Güneş, tepenin ardından yükselmeye başladı. Çağlayan’ın üzerinde uçuşan kuşların cıvıltısını duyabiliyor musun? Onlar da bizim gibi erkenciler.” Karısı gülümsedi. Haklısın, der gibi gözlerini kapatıp açarak kocasının sözlerini onayladı. Esasında geçirdiği kazadan sonra ölümden dönmüş, bedeni felçli kalmış olsa da konuşma yetisini kaybetmemişti. Yine de az konuşurdu Hasan Salih Dede’nin karısı. Bu felçli hâlinden dolayı mahcuptu eşine karşı fakat onun kendisine olan şefkatli tavırları bu mahcubiyetini bir nebze de olsa azaltıyordu. Hiçbir talepte bulunmaz, ne acıktığını ne de susadığını söylerdi. Zaten söylemesine gerek kalmadan Hasan Salih Dede karısının ne ihtiyacı olduğunu anlar onu aç ya da susuz bırakmaz, tüm ihtiyaçlarını giderdiği gibi ruhunu da beslemeyi ihmal etmezdi. Ona çorba hazırlarken bir taraftan ezgiler söyler, çorbasını içirirken de türlü türlü hikâyeler anlatırdı. Hele bir de dedesinden babasına, babasından kendisine yadigâr kalan dokuz boğumlu kamıştan yapılmış neyini üflemeye başladı mı, bu iki gönülde dünya nâmına hiçbir tasa kalmazdı. Bu durum karısının o elim kazayı geçirip felç kaldığı günden beri, yani on iki seneden beri hep böyle devam eder, Hasan Salih Dede’nin bir an bile hâlinden şikâyet ettiği işitilmezdi.
İlk bakışta Hasan Salih Dede ve karısı için bugünün de diğer günlerden pek farkı yoktu. Ta ki, bir oda ve bir de mutfaktan ibaret olan kulübenin ahşap kapısındaki pirinç tokmağın sesi işitilene kadar. “Tak, tak, tak…” Aynı anda, açık kalan pencereden ılık hafif bir rüzgâr esip çiçekli perdeyi havalandırdı. Yaşlı kadın ılık rüzgârı sanki parmak uçlarına kadar hissetti.
Hayırdır inşallah, diyerek yerinden doğruldu Hasan Salih Dede. Haftada bir kere düzenli olarak bu kulübeye uğrayan ve Hasan Salih Dede’nin ikramlarını alıp giden meczubun kapı vuruşuna benziyordu bu. Daima üç vuruş yapar, her vuruşun arasında beklediği süre itinayla ayarlanmış hiç şaşmazdı. Kapının ritmi onun geldiğini haber verirdi adeta. Oysa meczup iki gün önce uğramıştı yanına, geleceği gün ve saati şaştığı görülmüş şey değildi. Hasan Salih Dede, kambur sırtını biraz olsun doğrultan bastonundan destek alarak yavaşça kapıya doğru yöneldiğinde “Acaba başına bir hâl mi geldi garibin,” diye geçirdi içinden. Fakat kapıyı araladığında karşısında meczup yerine şık ve temiz giyimli, traşlı, uzun boylu bir genç buldu. Genç adam, mahcup fakat kararlı bir ifadeyle Hasan Salih Dede’ye bakıyor, konuşmadan öylece karşısında dikiliyordu. “Hayırdır evladım,” dedi Hasan Salih Dede. “Nereden gelip nereye gidersin? Yoksa yolunu mu kaybettin?” Genç adam, incecik olmasına rağmen oldukça biçimli görünen dudaklarını aralayıp sessizliğini bozduğunda ev sahibine söylediği tek şey kendisinin bir Hikâye Koleksiyoncusu olduğuydu. Yaşlı adam, şaşkın bir ifadeyle onun yüzüne bakıyor, genç adamın hikâye koleksiyonuyla kastettiği şeyin ne demek olduğunu anlamaya çalışıyordu. Aklı buna pek ermemişti ya, yine de onu içeri buyur etti. “Buyur oğlum, gel içeriye,” derken kapıyı sonuna kadar açtı. Koleksiyoncu, tereddüt etmeden ayakkabılarını çıkardığında yeni bir hikâyenin peşinden gider gibi ev sahibini takip etti. Hasan Salih Dede, karısının yatağının tam karşısında duran rengi solmuş şilteyi işaret ederek misafire yer gösterdi. Yorulmuşa benziyorsun, dedi ve “Belli ki uzun yoldan gelmişsin. Karnın açsa çekinmeden söyle. Aş istersen aş, su istersen su ikram edelim sana,” diye devam ettirdi sözlerini. Genç adam kendisine gösterilen yere otururken açlığının olmadığını, arabasını ana yolda bıraktıktan sonra ormanlık alanda başıboş dolaşırken bir nehir gördüğünü, o nehri takip ettiğini, bu kulübeye ulaşana kadar birkaç köy evine rastladığını fakat nedense o evlerin kapısını çalmadan yoluna devam ettiğini, yolda gördüğü bir meczubun ona defaatle “Hasan Salih Dede orda, orda” diyerek bu yönü gösterdiğini, meczubun gösterdiği yönde ilerleyince nihayet bu kulübeyi gördüğünü, sezgilerinin onu bu kapıya doğru ittiğini anlattı. Yol boyunca takip ettiği nehirden içtiği suyun lezzetini ise övmekle bitiremedi. Hasan Salih Dede, genç adama hak vererek gülümsedi. “Öyledir, öyledir. Bizim Çağlayan, suyundan bir yudum alanı suya kandırır, yine de lezzetinden içtikçe içirir kendini. Tadına doyum olmaz. Şifa olsun oğlum. Madem açlığın susuzluğun yok, o hâlde şimdilik sana bir çay doldurayım da karşılıklı içelim,” dedi. Genç adam çay teklifine itiraz etmedi. Hasan Salih Dede çayları hazırlarken, koleksiyoncunun gözü yatakta kımıltısız hâlde pencereden dışarıyı seyretmekte olan yaşlı kadına ardından da onun başucunda asılı duran sarı kamışlı neye takıldı. Kadını rahatsız etmekten çekindiğinden olsa gerek neredeyse nefesini bile tutmuş bir hâlde Hasan Salih Dede’nin neyini incelemeye başladı. Üstündeki deliklerden aletin iç boşluğundaki yanmayı görebiliyordu. Dokuz boğumunun her biri büyük bir zanaatkârın elinden çıkmışçasına kusursuz biçimde birbirine eşitti. Kim bilir ne çok üflenmiş, sesiyle nice gönüllere dokunmuştu bu ney. Tasavvuf müziğinin simgesi hâline gelen bu alet hakkında bazı bilgilere sahip olsa da, genç adam daha önce hiç ney üflememişti. O, tüm bunları düşünürken, yaşlı kadın hafif bir baş ve dudak hareketiyle odadaki sessizliği bozdu. “Hoş geldin oğlum,” dedi. Bak, diyerek başını yeniden pencereden yana çevirdi. Genç adam oturduğu yerden doğrulup pencereden dışarıya baktı. Karşıdaki tepenin eteklerinde Çağlayan Nehri’ni gördü. Nehrin kenarında ise bir meczup, topladığı taşları şen kahkahalarla nehre atıyordu. Bu o, dedi genç adam fısıltıyla. “Beni bu tarafa yönlendiren meczup.” Evet, dedi yaşlı kadın. “O hâlde buraya gelmen boşuna değil. Her ne arıyorsan, onu burada bulacaksın.”
Genç adam yeniden yerine dönerken bu kez yaşlı kadını tepeden tırnağa süzdü. Acaba onu böyle felç bırakan sebep neydi? Sebepleri düşünmek boşuna, diye geçirdi içinden. Asıl marifet sebeplerin ötesindeki sırrı görebilmekti. Ona öyle geliyordu ki bu iki yaşlı insan, sebeplerin ötesindeki sırra erişmişti. Fakat nasıl? Nasıl? Ne onların bu sırra eriştiği konusunda emindi ne de nasıl erişileceği hakkında bir fikre sahipti. Hissediyordu yalnızca ve bu his de ona yetiyordu. Şaşırıyordu bu hâline. Çünkü çok okumuş, çok gezmiş, çok hikâye dinlemiş fakat hiçbir zaman böyle hissedememişti. Bir tuhaflık vardı bu işte. Bu yaşına kadar her şeyi anlamaya çalışmış, ne yapsa yüzeyde kalmış, suyun derinliklerine dalmayı başaramamıştı. Derinlere daldığını düşündüğü anlarda ise boğulacak gibi hissediyor ve yeniden kendisini yüzeyde buluyordu. Yaşama refleksiydi bu. Boğulmak pahasına derine dalmayı göze alsa da hayatta kalma refleksi daha ağır basıyordu. Oysa şimdi, bu kulübede her şeyin değişmekte olduğunu düşündü. O bunları düşünürken Hasan Salih Dede, bir eliyle bastonundan destek almasına rağmen diğer elinde tuttuğu çay tepsisini ustalıkla taşıyarak odaya girdi. Tepside üç fincan çay, yanında şeker kavanozu, fincanların ikisinde ise çay kaşığı vardı. “Biz çayı şekersiz içeriz evladım, sen nasıl içersin bilemedim,” dedi. Genç adamın önündeki sehpaya içinde kaşık bulunan fincanlardan birini ve şeker kavanozunu bırakıp karısının yatağına usulca ilişti ve tepsiyi kendi önündeki diğer sehpaya bıraktı. Tepside kalan iki fincandan birini, içinde kaşık olanı, eline aldı. Kaşığa çay doldurup soğutuyor sonra da karısına onunla çay içiriyordu. Hasan Salih Dede eşinin eli, kolu, ayağı olmuştu sanki ve ona hizmetten hiç gocunmuyor gibiydi. Kendi çayını tepside bırakmış, evvela karısının çayını içirmeye koyulmuştu. Genç adam aşk, sevgi ve sadakat kavramları hakkında okuduğu, duyduğu, hatta hissettiği her şeyi unutmuşçasına onları seyretti. Herhalde, diye düşündü, herhalde sevgi Hasan Salih Dede’nin karısına beslediği duyguydu. Bu iki göz birbirine değince beşerî aşkın ötesinde bir şeyler alevleniyor gibiydi. Sanki onları çok uzun zamandan beri tanıyormuş gibi yakın hissetti kendisine. Bu insanlardan dinleyeceği nice hikâye vardı belki ama o, gördüğü manzaranın etkisiyle aceleci davranıp Hasan Salih Dede’ye bir soru yöneltti. “Hasan Salih Dede, sevgi nedir sence?”
Soruyu işiten yaşlı adam, bir başka soruyla karşılık verdi. Sen Yunus’u bilir misin oğlum, dedi. “Gel, istersen önce ona kulak verelim.” Çocukluğunda babasından dinlediği şu dizeleri gönüllere nakşeder gibi okumaya başladı:
Severim ben seni candan içerû
Yolum vardır bu erkândan içerû
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içerû
...
Kime didar gününden şule değse
Onun şulesi var günden içerû
Senin aşkın beni benden alıptır
Ne şirin dert bu dermandan içerû
Şiir, okuyanın dudaklarından akıp dinleyenlerin kalbine doldu. Yaşlı adam çayından bir yudum aldıktan sonra sözlerine devam etti. “Şimdi istersen biraz da aşkın, sevginin ritmini duyalım ne dersin,” diye sordu. Genç adam da zaten bunu bekliyordu. Hasan Salih Dede, karısının başucuna doğru yaklaşıp hemen aynı hizadaki ahşap askıya uzandı. Neyi eline alıp yerine döndü ve başladı içli içli üflemeye. Genç adamın tahmin ettiğinin de ötesinde yanık bir ses işitildi. Neyin içindeki boşluk gibi, kendi içindeki boşluğun da yanıp küle döndüğünü hissetti. Bu ses sanki kulübenin sınırlarından taşıp Çağlayan’ın ardındaki tepeleri aştı. Meczubun şen kahkahaları, kuşların cıvıltısı aniden kesildi. Evren belki bir anlığına huzurlu bir sessizliğe bürünüp, Hasan Salih Dede’nin meşkine kulak verdi.
Musikiyi hayret ve hayranlıkla dinleyen genç adamın gözleri yaşlarla doldu. Açıkça görüyordu ki bu adam, gönül ehliydi. Sevgi denilen olgu onda sözün çok ötesine geçip her hâlinde vücut buluyordu. Bu eve adım attığı andan beri tek bir şikâyet işitmemişti ondan. Sanki sabır, huzur, şükür, şefkat ve aşk gibi kavramlar evin her köşesine sinmiş, Hasan Salih Dede’nin dizlerinin dibinde büyüyorlardı.
Genç adam onu daha iyi tanımak, onun iklimlerinde dolaşmak istiyordu. Nasıl olur, dedi tüm hayat yorgunluklarından arınmış duru bir sesle. “Sanki söze gerek kalmadan ney ile konuşuyorsun sen Hasan Salih Dede.” Yaşlı adam, onun ne demek istediğini anlıyordu. Bu sözlere Mesnevi’den bir bölümle karşılık verdi.
Ney der ki, diye başladı söze. “Beni kamışlıktan kopardıklarından beri iniltim, kadın ve erkek herkesi ağlattı. Ayrılık, bağrımı parça parça eylesin tâ ki aşk derdini anlatabileyim. Her kim aslından uzak ve ayrı olursa o, kavuşma zamanını bekler durur. Ben ki her meclisin ağlayanı, iyilerin de kötülerin de arkadaşıyım. Herkes kendi zannınca bana dost olur, sohbetimden bir şeyler öğrenmek ister. Gerçi sırrım, feryâdımdan uzak değil, lakin her göz ve kulakta bunu sezecek nûr yok.”
Genç adam çocukluğundan bu yana yüzlerce kitap bitirmiş, bu kitaplardan altını çizdiği satırlara sık sık geri dönüp, bıkıp usanmadan yeniden okumuştu. Felsefeden sosyolojiye, tarihten edebi türlere kadar çeşitli kitaplardı bunlar. Yetmemiş, diyar diyar gezip nice insanlardan nice hikâyeler dinlemişti. Bununla da yetinmeyip, o hikâyelerin ardına geçmeye, insanların gözlerinden yüzlerindeki çizgiye kadar tüm derinliklerini anlamaya çalışmıştı. Fakat bir şeyler hep eksik kalıyordu. Yaşamı, insanı, var olmayı ne tam olarak kavrayabiliyor ne de tam anlamıyla yaşayabiliyordu hayatı. Oysa şimdi, sadece bu insanların eşiğinde bulunması dahi yeterliymiş gibi, boğulma hissine kapılmadan suyun derinliklerine dalmaya başlamıştı sanki. Derinlik bu iki yaşlı insanın her hâline sinmişti çünkü. Sözlerine, gözlerine, hâl ve hareketlerine, varoluşlarına sinmişti. Onlar sırra ermişti.
Oğlum, dedi Hasan Salih Dede, “Koleksiyon demiştin buraya ilk geldiğinde. Nedir bu koleksiyon meselesi?” Genç adam nasıl dağ bayır aşıp gezdiğini, sokaklarda, caddelerde, köylerde, evlerde, her yerde her renkten, her yaştan insanla konuştuğunu, onların hikâyelerini dinlediğini, böylece geniş bir hikâye koleksiyonuna sahip olduğunu anlattı. Hasan Salih Dede “Peki, bunu neden yapıyorsun? Yazıyor musun tüm o hikâyeleri?” diye sorduğunda genç adam “Anlamak için,” diye cevap verdi. “Hayatı anlamak, hayatın anlamını bulmak için. Henüz o hikâyelerden hiçbirini yazmadım. Hepsi zihnimde, o hikâyelerle kendi yolumu arıyorum. Çünkü “Bir şeyi bilmezden gelmek, onun varlığını sona erdirmez” diyor Mannheim. O hâlde bilmezden, görmezden gelmek yerine var olan, var olabilme ihtimali bulunan her şeyi bilmek, görmek ve anlamak istiyorum. Daha doğrusu istiyordum. Şimdiyse görmeden inanılabileceğini, duymadan sezilebileceğini ve hakiki bilgiye bu sezgiyle erişilebileceğini idrak etmeye başladım.” dedi ve sonra “Tanpınar’ı tanır mısın?” diye sordu. “Tanımam oğlum,” diye cevap verdi Hasan Salih Dede. Genç adam tebessüm etti ve “Hasan Salih Dede, Tanpınar’ın bir sözü var. İnanır mısın, bu söz tam olarak sizi anlatıyor,” dedi heyecanla. “Nasıl olur oğlum,” dedi yaşlı adam. Ömrü boyunca böyle birini duymamış, görmemişti; onunla tanışmamış, hatta onun kitaplarını okumamıştı. Genç adam ne demek istiyor olabilirdi? Tanpınar dediği adam bu iki yaşlı insanı nereden tanıyacaktı da, orada burada onlardan bahsedecekti. Hasan Salih Dede, diye başladı sözlerine genç adam. “Tanpınar diyor ki, ‘…sağlam bir yaşama aşkı bu kalpte ve etrafındakilerde, yerinden sökülmesi imkânsız bir ağaç gibi, kökleşmişti. Istırapları olduğu için ümit etmesini de biliyorlardı. Yaşama sevinçleri hiç kaybolmamıştı. Ne kadar sıhhatli bir gülüşleri vardı!...’ Yaaa Hasan Salih Dede, bu sözler sizi anlatmıyor mu şimdi?” Yaşlı adam gülümsedi, öyle bir gülüştü ki bu, Tanpınar’ı haklı çıkarıyordu. “Bu Tanpınar da senin gibi bir adamdı herhalde evladım. Böyle senin gibi diyardan diyara gezip, yeni insanlar tanıyıp, onlardan hikâyeler topluyordu belki de.” Olabilir, dedi genç adam. “Doğru dedin Hasan Salih Dede. Herhalde Tanpınar da benim gibi bir adamdı. Çünkü bak sözlerine şöyle devam ediyor. ‘… onlar benim bilmediğim, mahrum bulunduğum bir hayat kaynağına sahiptiler. Gülmesini ve yaşamasını biliyorlardı.’ Bak, bu sözleriyle de beni anlatıyor Tanpınar. Senin sahip olduğun hayat kaynağından mahrum olan herkesi, kendisinin özelinde beni, benim gibi pek çok insanı tanımlıyor. Ne senin gibi gülmeyi bilirim ne de yaşamayı,” dedi ve bir süre düşündükten sonra “Hasan Salih Dede, ben senin kapına boşuna gelmedim. Bana öyle geliyor ki yaşamın tadını ben ancak seninle bulabilirim, hayat sırrına ancak seninle ulaşabilirim. Seneler evvel bir yola çıktım, en çok bu durakta dinlendim. Kim bilir belki de uykudaydım, şimdi uyanmaya başladım,” dedi ve “İznin olursa, sizleri yeniden ziyaret etmek isterim,” diye ekledi.
Hasan Salih Dede, “Estağfurullah oğlum, okumuş yazmış adamsın sen. Çok gezmiş, çok görmüşsün. Buna rağmen gezip gördüğün tüm o yerlerde bulduğundan başka bir şeyler buldun belli ki burada. Hayatta olup biten, hatta olmayan, oldurulamayan ne varsa, hiçbiri boşuna değil. Her şeyin sebebi tek bir yere bağlanır. Her ne oluyorsa O’ndandır. Kapım sonuna kadar açık, ne zaman istersen gel,” dedi. Bu sözleri işitince hem genç adamın hem de yaşlı kadının içi huzurla doldu.
Artık genç adamın geldiği yere geri dönme vakti gelmişti. Ev sahiplerinden müsaade isteyip edeple yerinden kalktı. İçinde bir yerlerde bir türlü dolmayan boşluk hissiyle buraya gelmiş olsa da, o muzır hissin yerini huzurla doldurarak evine dönüyordu. Ev sahiplerinin ellerinden öpüp oradan ayrıldı. Arabasına doğru ilerlerken, meczupla karşılaştı yeniden. “Sağ ol dostum, sayende Hasan Salih Dede bak burada,” dedi ve sağ elini göğüs kafesine bastırdı. “Burada, Hasan Salih Dede burada,” diye yineleyen meczup da genç adamdan gördüğünün aynını yaptı ve o da elini göğüs kafesine bastırdı. Genç adam gülümsedi. Ardından biri ağaçlık yola, diğeri Çağlayan’a doğru ters istikamette yürümeye başladılar. Gidecekleri yere vardıklarında her ikisi de kaynağını bilmedikleri bir ses işittiklerinden neredeyse eminlerdi. Hasan Salih Dede’nin sesini andıran bu ses genç adama şöyle diyordu:
“Beri gel, beri!
Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…”
Bu sese;
Ne olursa olsun yine geleceğim, diye karşılık verdi genç adam.
…
Çağlayan’ın sularında kendi aksini gördü meczup.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol, diye bağırdı ona. Sesi, karşıdaki tepeye çarpıp yankılandı. Sonra iki ses birbirine dolandı, bu seslerin sayısı giderek arttı. Baş döndürücü biçimde uğultular yükselmeye başladı. Tüm seslerin birbirine karıştığı bu anda imdada Hasan Salih Dede’nin neyi yetişti. Uyan, ey gözlerim…
Feyza Nur Emiroğlu
BERDÜCESİ - Sayı: 11