İSTİKBALSİZ ARILAR

 

Gökten nasıl göründüğümü bilmiyorum. Aramızda katlar, kiremitler, çatılar var. Ama şimdi bir anlığına da olsa beni izlediğine inanmak istiyorum. Bulutların üstünden, Rüppell’in akbabalarının bile erişemeyeceği yerden, Everest’i ayaklarının altına almış, şimdi tam da şu anda beni izliyorsun. Buradasın, biliyorum. Asansörde sıkışıp kalmasaydım büyük ihtimalle sana bunlardan bahsetmeyecektim hiç.

 

İlle de başımıza bir şeyler gelmesi gerekir değil mi hep! Alnımızdaki duvar izlerini göstermese de aynalar -hoş hiçbir şey gösterdiği yoktur zaten onların- inatla bakmaya devam ederiz. Yansılarımızda aradığımız asla kendimiz değilizdir üstelik. Nerede başlayıp nerede bittiğimizi de bilmeyiz. Saçımı başımı düzeltmem için koyulmadıysa buraya aynalar, bırak da o zaman biraz derinlere ineyim. Gidip geldiği sürece sorun yok da böyle durunca sıkışıyormuş insan asansörde. Tam da burada sözümü kesip; “İnsan asansörde sıkışmaz, sıkışan ruhudur. Kabinin metrekaresi değişmez, seni ürküten şey; hareketin durması,” diyeceğini biliyorum. Evet, öyledir belki. Raydan çıkan trenleri, bir anda bozulan asansörleri, ültimatomsu söylemleri kimse sevmez. Ama bugün farklı.

 

İlk defa ne zaman aydınlığa çıkacağımı bilmediğim karanlık bir bölmede sessizce, huzur içinde bekliyorum. Beklerken birbiri ardına sökün ediyor anılar. Anılar... Hayatlarımızın ölü kopuntuları. Anılmadıkça unutulmaya mahkûmlar. Oysa ben hiçbir zaman unutmak istemedim seni. O yüzden şu kapı hiç açılmasın, mümkünse tamirciler hiç gelmesin istiyorum. Çoğuna dar ve basık gelebilir burası, ancak tabut olduğunu varsayınca nasıl da ferah ve geniş bir yere dönüşüveriyor. Her şeyden önce muhtelif katlara açılan bir kapısı var, ayrıca bozulmasaydı yukarı aşağı çıkıp inebilen düzeneğiyle son derece cezbedici bir yanı olduğu da sugötürmez. Şimdi kızıyor olmalısın bana. Hatta, “Bir an önce çık şu lanet olası yerden,” diyorsundur. Sakin ol, lütfen! Durumlara göre bakış açımı değiştirmem gerektiğini bana sen öğretmemiş miydin? Ayrıca sandığın gibi karamsar falan da değilim. Gerçekten! Çoğunlukla dolu tarafından bakmaya çalışıyorum bardağa. Böyle deli gibi atıştığımız bir an vardı seninle. Kırk dört yaşında bir kadına akıl vermeye çalıştığım o bahtsız an. Ama kabahatin büyüğü sende! Hangi akla hizmet on sekiz yaşında cahil bir kızın söylemlerini dikkate alıyordun? Nasıl bir insan saygısı vardı ki sende, gıkını çıkarmadan durup öylece beni dinliyordun! Şımarıklıktı yaptığım, haddimi aşmıştım o gün. Sevmek için hep yanlış kişileri seçtiğini söylemiştim. “Seçme şansımız yoktur,” demiştin sen de. “Bal gibi vardır,” diyerek sesimi yükseltmiştim. Hadsiz, düşüncesiz ben! Acımasız eleştirilerin yapıldığı yerden kopup gelince, salt dikenleri ve kıymıkları görüyormuş insan. Taç yapraklarının narinliği kusur kabul ediliyormuş. Gözlerimin; eğitilmesi gereken o dar pencerelerin, her şeyi önceden ezberlediği kılıflara sokarak şekillendirdiğini sonra sonra fark ettim. Bütün bunlar için özür diliyorum senden.

 

Bir keresinde de suratım feci şekilde asıktı ve sabahın getirdiği güzellikleri göremeyecek kadar kördüm hani. Somurtmaktan başka bir şey yapmıyor, seni de kendi cehennemime çekmeye çalışıyordum. Patatesi çok sevdiğimi bildiğinden Reibekuchen (patatesli krep) yapmıştın o gün benim için. Sofrayı görünce: “Ay elma püresi! Nefret ederim,” diye incelik yoksunu bir cümle çıkıvermişti ağzımdan. “Sen de yemezsin o zaman,” demiştin. “Neden hep sevmediklerini görüyorsun,” diye çıkışmıştın bir de üstüne. Gözlerin kocaman alev toplarına dönüşmüştü o an. Bense susmuştum. Uzun uzun felsefe yapacak cümlelere sahip değildim henüz. Ara sıra senin tarafından uyandırılmaya muhtaç bir uyurgezer gibi dolaşmaktan ve boş gezenin boş kalfası olmaktan başka meşguliyetim yoktu o zamanlar.

 

Terasta çaylarımızı içerken: “Hadi, günün kartını seç,” demiş ve sonsuz bir mutmainlik içinde eklemiştin: “Böyle kendine tosladığın zamanlarda büyük düşünürlerin aforizmalarını oku, neşelenirsin.”

 

“Bizler görünmezin arılarıyız.

Çılgın gibi topluyoruz görünür’ün balını.

Görünmez’in büyük altın kovanında biriktirip saklamak için.”

 

Tabii ki hiçbir şey anlamamıştım Rilke’nin bu kallavi sözlerinden. Defalarca okusam da sonuç değişmiyordu. Ben bir arı değildim. Kovanım, hatta uğruna eyleme geçeceğim bir istikbalim dahi yoktu.

 

Bir aralık öylece durup beklediğimi anımsıyorum. “Bu bile yeter insana,” demiştin. “Hiçbir şey yapmadan durmak!” Oysa ben durmaktan, durup beklemekten nefret ediyordum. Çocukluğumun neredeyse tamamı beklemek denen yıpratıcı ve kasvetli şeyi yapmakla geçmişti. Babamın bizi geçindirebileceği bir iş bulmasını beklemek. Sayısız kere yanıldıktan sonra bir türlü dikiş tutturamayıp şansını bu sefer de Almanya’da denemesini beklemek. Sonra oraya yerleşmesini, bir an önce iş bulup para kazanmasını, bizi unutmamasını ve vakti gelince hepimizi yanına almasını beklemek. Beklemek, zamana katsayılarını ekleyip sonsuz saniyelerle çarparak anbean beklemek... Beklemenin bütün evrelerini hatmetmiş birine kuşların bilgeliğini falan anlatamazdın. Ne kadar yukarıdan bakarsam bakayım olmazdı. Bizim gibi etrafı dikenli tellerle çevrilmiş olanların kendini yukarıdan seyretmesi imkânsızdı.

 

Evet, sonradan öğreniyormuş insan bazı şeyleri. Çokların içindeki azları, kayıpların içindeki kazançları... İçindeyken göremiyormuş. Her zaman ve her koşulda durup seyredecek bir şeyler olduğunu, geceyle gündüzü hep yan yana içimizde taşıdığımızı, yeryüzünde bocalamadan ölüp giden tek bir insanın dahi yaşayamayacağını ve dahasını...

 

“Neden bir Fransız erkeği?” diye sorduğum günkü şuursuzluğum ise hâlâ yüzümü kızartıyor. O sümsük herifin hakkında pek bir şey bilmesem de seni iliklerine kadar sömürdüğünü görebiliyor ve bundan tiksinti duyuyordum. Hayatındaki bütün ilişkiler, seni çelik parmaklıklar arasında tutsak eden birer hapishane gibi görünüyordu gözüme. Ve sen hepsine de gönüllü giriyordun.

 

Şimdilerde senin yaşına gelmişken, şöyle geriye dönüp baktığımda, bütünüyle erinç içinde hissettiğim tek bir an bile hatırlamıyorum. “Buraya gül toplamaya gelmedik,” dediğini duyar gibiyim. Doğru!

 

İşte bak! Dışarıdan sesler geliyor şimdi. Sanırım birazdan beni kurtaracaklar ya da kurtardıklarını sanacaklar. İstikbalinin tohumunu geçmişten apararak kendine kurtuluş rotası çizmeye çalışan birini kurtarabilirler mi sence? Sahiden bilmiyor mu onlar; kurtuluş diye bir şey yok.

 

Fatma Türk

 

BERDÜCESİ - Sayı: 11