KADIN HAREKETLERİNE/ FEMİNİZME ÖZET BAKIŞ
Funda Kızıler Emer
“Feminizm”, Latince “kadın/ dişi” anlamına gelen femina sözcüğünden türetilmiş bir kavramdır. Toplumsal, tarihsel, siyasal, hukuksal, felsefi, kültürel ve sosyo-ekonomik açılımları olan çok katmanlı bir üst kavram olarak, birçok farklı uzmanlık alanını içine alır. Tüm bu alanlara sirayet eden cinsiyet ayrımcılığını deşifre edip yapısını bozmaya yönelen (post)feminizm; en genel anlamıyla kadın ve erkek arasında her alanda ve her anlamda mutlak eşitlik ilkesini savunan siyasal, toplumsal ve sanatsal/ yazınsal bir harekete karşılık gelir.
Batıda 1789 Fransız Devrimi’yle başlayan toplumsal dönüşüm süreci, tüm yurttaşların din, ırk, sınıf vb. ayrımı gözetilmeksizin eşit ve özgür sayılması idesini doğurmuş olsa da siyasal erki ele geçiren burjuvazi, yazın sanatını kendisine en güçlü silah olarak kuşanarak, önceki yüzyılların ataerkil anlayışını kurmaca ve gerçek yaşam düzlemlerinde yeniden üretmeyi sürdürmüştür. İzleri Eski Yunan’a; Platon ve Aristoteles’e dek sürülebilecek olan, Aydınlanma döneminde Hegel’in sözcülüğünü yaptığı kadın ve erkek arasında “doğal eşitsizlik” savına dayanan ataerkil zihniyet, kapitalist burjuva düzeni içinde iyice güçlenerek; tarih kurucu ve aklî eylemleri erkek cinsiyetine atfetmiş, kadının varlığını sezgi ve duyguya indirgeyip yazgısını ev-içi/ “mahrem” alana, “aile” kurumuna sınırlandırarak onu yüzyıllar boyunca tarih sahnesinden dışlamıştır. Kadını anne ve/ veya eş/ sevgili kimliğine hapseden, aklı tarihle/ kamusal alanla, akıl-dışılığı ise ev içi/ mahrem alanla özdeşleştiren patriarkal bakış açısı, 20. yüzyıl başlarına kadar başatlığını korumuştur.
Dünyanın farklı coğrafyalarında dağınık ve heterojen biçimde ortaya çıkan kadın hareketlerini tetikleyen olay; 1837’de zencilerin haklarını savunmak isteyen bir grup kadının, cinsiyetlerinden ötürü mahkeme salonuna alınmayınca, ilk önce kendi haklarını savunmaları gerektiğini ayrımsaması olur. Cinsiyet ayrımcılığına karşı haklarını artık daha düzenli ve örgütlü biçimde talep etmeye girişen kadınların başlattığı siyasal nitelikteki hareket, Fransız sosyalist felsefeci Charles Fourier tarafından “féminisme” diye adlandırılır. 1848’de New York’ta ilk kadın hakları toplantısı gerçekleştirilir. Başlangıçta pek ciddiye alınmayan kadın hareketleri, sanayileşmeyle artan işgücü açığı nedeniyle kadınların erkeklerle birlikte iş yaşamına katıldığı ve eşit haklar talep etmeye başladığı 19. yüzyılın ikinci yarısında ivme kazanır. Ataerkil toplumsal yapı ve çalışma yaşamı içinde çiğnenen kadın hak ve özgürlüklerinin kazanılması için mücadele veren feminist hareket sayesinde kadınlar ancak 20. yüzyılda seçme ve seçilme hakkı, eşit işe eşit ücret, güvenli kürtaj hakkı, fiziksel/ ruhsal/ cinsel şiddete maruz kaldıkları erkekleri kendilerinden uzak tutma hakkı gibi bazı önemli sivil haklara kavuşur.
Sanayileşme ve kapitalizmin beşiği olan İngiltere, feminizmin ilk kayda değer metinlerinin de doğum yeridir: 1792’de İngiliz yazar Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (A Vindication of the Rights of Woman) adlı kült yapıtında kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması gerektiğini savunur. Toplumsal-yasal düzlemlerde her bakımdan eşitlik talep eden bu yapıt, modern anlamda ilk feminist metin sayılır. 1869’da İngiliz felsefeci ve siyasetçi John S. Mill, eşi Harriot T. Mill’le birlikte yazdığı Kadınların Köleleştirilmesi (The Subjetion of Women) adlı kitabında erkeğin kadın üzerindeki egemenliğini eleştirir. Bu eleştirel yaklaşımlar yazın alanına, ünlü İngiliz yazar Virginia Woolf ’ün ataerkil-geleneksel toplumsal düzen içinde kadın olarak birey olmanın ve aydın bir kadın yazar olmanın güçlüklerini sorguladığı metinleriyle sirayet eder ki bunların en başında, A Room of One’s Own (1929) ile Three Guineas (1938) gelir.
Feminizm türleri kabaca “ilk dalga feminizmi” (1840-1920), “ikinci dalga feminizmi” (1960-1988), “üçüncü dalga feminizmi” (1988-2010) ve “dördüncü dalga feminizmi” (2010-) olarak ayrılır: Yukarıda adı geçen yazarlar kadınların kölelik, eğitim, boşanma, mülkiyet vb. konularda temel haklarını kazanması için savaşan birinci dalga feministlerini temsil ederken, ikinci dalga feminizmi başlatan Fransız yazar Simone de Beauvoir olur. İkinci Cinsiyet (1949) adlı yapıtında “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyen Beauvoir, cinsiyetlendirmenin toplumsal-kültürel bir inşa olduğunu imler. Birinci sırayı tekeline alan hiyerarşik-indirgemeci eril zihniyetin her açıdan ikincilleştirdiği/ ötekileştirdiği kadının konumunu sorgulayarak tüm dünyanın dikkatini feminizme çekmeyi başarır. Erkeğin mutlak ötekisi olarak kadının biyolojik ve toplumsal kimlik inşasını irdeleyen bu kült çalışma, 1960’ların sonlarında Amerika ve Avrupa’da yapılan feminist araştırmaların itici gücü olur. Feminizmin tam anlamıyla dizgesel bir eleştiri yöntemi ve yazın kuramı haline gelmesi, yine bu dönemlerde gerçekleşir. Yapılan çalışmalarda kadın yazarların yaşamları ve metin evrenleri incelenerek kadınlara özgü bir yazın tarzı/ kadın yazını geleneği olup olmadığı araştırılır. Siyasi erk gibi metin evrenini ve yazın piyasasını da kendi tekeline alan ataerkil söylemin ürettiği basmakalıp kadın imgeleri, kadını temsil formları, söylem kalıpları, kadınlara atfedilen toplumsal cinsiyet rolleri ve kültürel kodlamalar çözümlenerek bunların gerçek dünyada tekabül ettiği ideolojik mekanizmalar deşifre edilir.
1968 sonrasında bütün dünyayı etkileyen liberalizm sayesinde feminizm, daha geniş halk kitlelerine yayılıp kabul görmeye başlar. Bunun sonucunda 20. yüzyılda art arda liberal, Marksist, solcu, kültürel, İslamcı, siyahi, varoluşçu, yeni, pop, ekofeminizm gibi antagonistik nitelikli feminist akımlar ortaya çıkar. Psikanaliz, toplumbilim, siyasetbilim ve yazınbilim vb. disiplinlerin postyapısalcı/ postmodern okumalarından yararlanarak büyük güç kazanan feminizm; postmodern, postkolonyal, üçüncü dalga feminizm ya da en yaygın adıyla “postfeminizm” diye nitelendirilmeye başlar. Postfeminizm, Freudiyen psikanalizi Saussure’ün dilbilimine uygulayan Lacan’ın okumaları ve Derrida’nın yapıbozum/ yapısöküm stratejisiyle hiyerarşik açıdan erkeği her zaman öne alarak kadın’ı onun ötekisi kılan “fallusmerkezci” ve “sözmerkezci” batı felsefesini yapıbozumuna uğratmaya odaklanır ve Irigaray, Cixous, Kristeva, Flax ve Fraser’in öncülüğünde, farklılık/çoğulluk/olumsallık çizgisinde geliştirilen yeni okuma stratejileriyle, 1980’lerde dünya çapında geçerlik kazanır. Postfeminist eleştiri, yaşamın her alanına sirayet eden kendi ideolojik söylemini metin evreninde yeniden üreterek kadını öteki-leş-tiren ataerkil burjuva düzenini eleştiren kadın odaklı feminist çalışmalardan, modernizmin değişmez ve özsel nitelikli cinsiyet/ cinsel kimlik sayıltısını reddedip kadın kimliğinin yanı sıra erkek cinsel kimliğini de araştırma konusu edinen cinsiyet-cinsellik çalışmalarına (Gender Studies) evrilir. 1990’larda feminist yazın eleştirisinin devamı niteliğinde ortaya çıkan bu çalışmalar feminist eleştiriden farklı olarak kadın-lık gibi erkek-lik’in de toplumsal-kültürel bir cinsel kimlik inşası olduğunu savunur. Hızla globalleşen ve dijitalleşen milenyum dünyasının ürünü olan “dördüncü dalga feminizm”deyse, trans ya da melez (hibrit) cinsel kimlikler gittikçe daha çok öne çıkar, toplumsal-yasal cinsiyet eşitsizliğine ve örtük cinsiyet/ cinsellik hegemonyasına karşı özgürleşme savaşımı, internet teknolojisi aracılığıyla sanal ortamda gerçekleştirilir.
Geçmişten günümüze tarih meleğinin kanatlarında kadın hareketlerinin açılımına baktığımızda; en karanlık çağlarda cinsiyetinden ötürü doğar doğmaz gömülen, kendi aklını kullanma cesaretini göstermesinden ötürü “cadı” diye yakılan, asılan, kesilen, boyun eğmeyince ezilen, sövülüp dövülen, tecavüz edilen, binyıllardır türlü gerekçelerle tarih sayfalarından dışlanarak dört duvara/ “özel alan”a kapatılan, ev işlerinin yineleme döngüsüne ve çocuk bakımına mahkûm edilen, asırlardır “beyaz atlı prens”leri tarafından uyutulagelen güzelin mahmurluğunu üzerinden atmasına tanık olduk. İki yüzyıllık kadın hareketleri özetle, kadının edilgen bir nesneden etken bir özneye dönüşümünün tarihi olarak okunabilir. Kadının biyolojik/ genetik açıdan erkekten farklı bir cinsiyeti olduğu savı, 20. yüzyılın ikinci yarısına dek Fallusmerkezci/ simgesel düzenin kendini meşrulaştırdığı öz-doğacı tanımlamalara hizmet ederek cinsiyet ayrımcılığına yol açmıştır. Oysa cinsiyetler arasındaki ayrım, zorunlu olarak cinsiyet ayrımcılığına yol açmaz. Kadın hareketlerinin tarihçesinde hayati bir rol oynayan (ayrım ve ayrımcılık arasındaki) bu nüans, ancak postmodern/ postfeminist durakta; kadını edilgen bir nesneye dönüştüren, dil ve tarih dışına atarak öteki-leş-tiren ataerkil düzenin, erkek/kadın, akıl/ duygu, özne/nesne, kamusal/özel alan gibi ilkinin diğerine tahakküm ettiği, eşitsizliği ve ayrımcılığı üretip onaylayan hiyerarşik karşıtlıklar üzerine inşa ettiği mantalitenin yapıbozuma uğratmasıyla deşifre edilmiştir.
Kadın hareketleri ulusal ölçekte kabaca değerlendirdiğindeyse; bunun, kadının yaşamını mahrem alana kısıtlayan gelenekçilerle, kadının eğitimini ve toplumsallaşmasını uygarlığın göstergesi sayan batıcılar arasındaki tartışmalarla, ilk kez Tanzimat Dönemi’nde gündeme geldiği gözlenir. Kadınlar, Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’in sonlarına dek seksen yıllık süreçte edindikleri haklarla kendilerine yaşamsal sınır olarak çizilen ev içi alanın dışına çıkarak, kamusal alanda görünürlük kazanmaya başlamış ve kadın-erkek eşitliği idesinin temeli atılmıştır. Ancak kadınların erkeklerle yasal açıdan eşit haklara sahip olması; kurtuluş mücadelesini kazandıktan, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, Medeni Kanun’un 1926’da onaylanmasıyla gerçekleşmiştir: çokeşlilik yasaklanmış, yasal nikâh zorunluluğu getirilmiş, kadınlar istedikleri işe girme hakkını kazanmış, boşanma ve velâyette, aile mallarının ve mirasın paylaşımında kadın-erkek eşitliği sağlanmıştır. Cumhuriyet kadını Avrupa devletlerinden önce 1930’da seçimlerde oy kullanma ve aday olma hakkını kazanmış,1935’te on sekiz kadın milletvekili meclise girmiş ve kadınlar, siyasal-hukuksal-kamusal alanlarda cinsiyet ayrımcılığına karşı yasal anlamda çok önemli hak ve özgürlükler elde etmiştir.
Geçmişten bugüne ülkemizdeki kadın hareketlerinin, özellikle – BM ve AB gibi uluslararası kuruluşlarla da iş birliği içinde olan – kadın sivil örgütleri, kadın koalisyonları, kadın kooperatifleri, kadın ortak platformları ve kadın dergilerinin özverili çalışmalarıyla güçlendiği yadsınamaz. Bu hareketler sayesinde milenyumla birlikte Anayasa’da, Medeni Kanun’da, İş ve Ceza Kanunu’nda evlilik içi tecavüzün suç sayılması, tecavüzcünün kurbanıyla evlendirilmesi durumunda ceza ertelemesinin kaldırılması, çalışma dünyasında cinsiyet ayrımcılığının yasaklanması gibi önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Ancak 21. yüzyıl Türkiye’sinde kadının konumunu en çarpıcı biçimde ortaya koyan; hemen her gün bir başka kadının cinayete kurban verildiği acı gerçeğidir. Milenyum Türkiye’sinde hala “Kadının Adı Yok”tur ki; kadına yönelik ruhsal ve fiziksel şiddet, dayak, tecavüz ve cinayet haberleri hiç sonlanmıyor. Her ne kadar hepimiz “kadın cinayetlerine karşıyız” desek de geçmişten günümüze toplum olarak izleyedurduğumuz bu dehşet verici olayların en yaygını olan “töre ve namus cinayetleri”nin kökenine gelin şöyle kabaca bir bakalım. “Namus” adına işlenen bu cinayetlerde “katillerin” en yaygın ve değişmez “gerekçe”lerinden; örneğin evlenilen kadının “erden” olup olmadığı meselesi, bunun kanıtı olarak “kanlı yatak çarşafı”nın sergilenmesi, bu kanıt bulunamazsa ailenin erkek fertlerinin (“kent halkının”) kadını (“taşlayarak”) öldürmesi ya da tecavüze uğrayan kadının tecavüzcüsüyle evlenmesi “gerektiği” şeklindeki konu başlıklarının aynen Eski Ahit’te “Yasa’nın Tekrarı”nda (22: 17, 21, 29) geçtiğini, bu geleneklerin ne kadar köklü bir geçmişe dayandığını öğrenmek, kesif bir korkuya yol açabilir. Ancak unutmayalım ki, “Korku ve Titreme” aydınlanmanın da yoludur.
Bu olumsuz tabloyu değiştirebilecek “bir ihtimal daha” her zaman (!) var: Kadınların (özellikle erkek çocuk büyüten, eğitimli/ eğitimsiz tüm aydın kadınlara sesleniyorum!), ataerkil toplum inşacıları olan erkekleri inşa etmede aslında bizzat kendilerinin başrolde olup ellerindeki sınırsız (gizil)güç konusunda bilinçlendirilip uyandırılmaları… Üstelik bu bir hayal ya da ütopya da değil! Bunun tarih sayfalarında gerçekleşmiş hali kendi geçmişimizde-kültürümüzde-geleneğimizde, kolektif belleğimizde kayıtlı. Kurmaca dünyada değil, gerçek (real) tarihin sayfalarında; at binip kılıç kuşanan, erkeğinin yanında savaşa giden, devleti yöneten de (“Bayan Kağan” lar/ “Hatun”lar) Türk kadınıdır.
BERDÜCESİ - Sayı:2