KAFAMDAKİ KALABALIK
“Her hâl geçicidir.”
Mutsuz değildim. Yanında yaralarımın gönlüme düşüp gözlerimin nemlenebildiği dostlar vardı. İyi ki varlar. Böylece dünya rollerimden kısa da olsa uzaklaşabiliyorum. Sevmeyi hatırlayabiliyorum, ne nadide duygular var unuttuğum. Böyle bir günün ertesi olmasına rağmen ölüm düşüncesi aklıma düşmüştü yine. Tabii ki bu bir intihar düşüncesi değildi, benden öyle bir şey beklemeyin. Ölümü düşünmek, ölmeyi istemekten öte bir şeydi.
Dünya sürgünü diyordu şair, ölümü düşünüp özleyen ve yazan babamın hakkını vermek bâbında ölüm üzerine düşünmekti benimki. Oysa yaralarımı ve ölen sevdiklerimi düşünüp ne güzel ağlamaklı olmuştum daha yeni; bir sevdiğimin yanında. Bu huzur beni bir süre idare eder ve dünyaya balıklama dalabilirdim.
Görünce hayıflandığım görmeyince de hayıflandığım rüyalarımdan uzunca bir tanesine dalmıştım gece yine. Ondan üşüştü pek çok duygu zihnime. Kafamda bir kalabalık var anlatsam inanmazsınız. İçim dışım bir değil benim. Dünyanın çarkları dönüyor; acılar, sevinçler, nefretler, kederler ve daha onca duygu bu çarkların arasında ezilip silinip gidiyor. Bir megakent değildi belki ama yüce ve yüksek bir beldeydi kafamdaki bu kalabalık.
“Dünyaya rağmen rüyalar görüyorsanız kalbinizle bağınız kopmamıştır hâlâ” deyince şair, nasıl da ferahlayıp iyileşmeyen yaralarıma dua etmiştim. Sevgili hocam bana “öküz kalpli” diyeli yedi yıl olmuştu. Böyle olduğumdan beri naif sözler söylediğim nadir zamanlar oluyordu, huzuru bulduğumda. Kadim bir şehri güzel yoldaşlarla gezmiştim, huzur bulmuştum, bir öykü yazsam diyordum. Sabır kuyusu başında Hz.Eyüp’ün ayağının değdiği yerlerde konaklayalı hayli zaman oldu ama yazamadım. Kafamdaki kalabalık tek bir ağızdan konuşmuyordu. Lakin şair sesi duyunca gönlüm çözüldü, “Kuyudan su içtik, uzayıp gider artık dilediğimiz her şey...” diye bir şiir akıp gitti o gece...
Uzunca rüyalardan sonra o gün işe giderken yolda Hanefi amcayı gördüm. Hanefi amca yazın yaklaşmasıyla ısınan havaya inat yine kalın giyinmişti. Sabahın erken saatlerinde çok uzak bir mahalleden bizim semte geliyordu yürüyerek. Çöpteki plastikleri toplayıp geri dönüşüm için satarak geçimini sağlıyordu. Yaşı nerdeyse seksene varmıştı. Eşi hastaydı, oğlunun evinde kalıyordu. Onun işi buydu, çalışmak zorundaydı. Benim de işim bu, diyordu. İzah ediyordu biraz utançla. Şu binaları bana verseler de oturmam, delilik işi bu deyip depremden bahsediyor. Gözlerimin dolduğunu görünce işte böyle kızım bunları düşünüp ağlayasım geliyor, diyor. Hanefi amcayı görmek iyi geldi bana. Başka hikâyelerin yürek burkan yanından ziyade iyileştirici gücü bana hep tesir ederdi.
Mutsuz değildim. Gönlümce olmayacaktı bu hayatta her şey, kabul ediyordum. Kafasında bu kadar ses duymayanlara imreniyordum. İş, güç, koşturmaca; doğ, ye, iç, üre ve öl; bu kadar olamazdı. Okuduğumuz tüm kitaplar, izlediğimiz tüm filmler, zahiri ve bâtıni ilimler, hepsi bunu söylüyordu. Yok yok, kafamdaki bu ses beni diri tutuyordu. Mutsuz değildim. Kafasında bu sesleri taşımayanlara imrenmiyordum. Boğazımdan geçmiyordu ölen annemin sevdiği şeyler, dut mesela, şimdi tam mevsimi. Tuhaf mıydı bunları içimden konuşuyor olmak?
Doğrucu Davut ve hep iyilik söyleyen meleğim savaşıyor o kalabalığın içinde. Bugün yine böyle hüzün kuyusunun içine düşmüşken iyilik meleğim, Nevruz ablanın yanına gitsem ferahlayacağımı hatırlattı bana. Onu tanıdığım gün anlattığı hayat hikâyesi bile düşününce mutmain ediyordu ruhumu. Hızır onun yoldaşıydı. Genç yaşta geçirdiği ağır kazada kocasını kaybetmiş, sakatlanmış ve üç çocuğu ile kalakalmıştı. Birkaç yıl sürmüştü ağır aksak yürüyebilmesi. Hızır bir zaman onun kapısına düzenli gelip tam da ihtiyacı kadar parayı bırakmıştı. Tarikat ehli olan ablamız yüzü kapalı, erkek diye karşısındakinin yüzüne bakmadan kaç zaman kabul etmişti bu parayı. Bir tanıdık işi sanmıştı genç ve cahil kafasıyla. Sen beni nerden bilirsin, diyecek olunca bir gün, masum sorusu cevapsız kalmıştı. Büyük oğlu biraz yetişip çırak olunca berbere, ellerine bir miktar para geçmişti. Artık bizim ihtiyacımız kalmadı, para getirmene gerek yok, deyip veda ve teşekkür etmek için ilk kez kafasını kaldırıp yüzüne bakacakken yabancı adamda gördüğü nur yüreğini yakmıştı.
Ağrılarla ve garibanlıkla geçen yıllarda üç çocuğuna analık yaparken pek çok hikmetli an yaşamıştı. Her şeye hamd edip iyileşmek için dua etmişti. Rüyasında bir kutlu zâtın sesi, “Bu dert senden giderse çok iş gelir başına, derdine razı ol!” deyince iyileşmek için duadan vazgeçmişti. Rıza makamının vücut bulmuş hâli, Hızır’la yoldaş Nevruz abla; tatlı sesiyle bana huzur veriyordu.
Büyük deprem gecesi sıklet içinde yanıp tutuşmuştu Nevruz abla. Allah’ım sen bizi affet, bizi koru, diye saatlerce dua etmişti. Gece yeryüzüne doluşan siyah pelerinli adamlar görmüştü sabaha kadar. Sonra da malum olaylar... İmtihan kuvvetliydi, kul kaderinin gününü görüyordu...
Kurban Bayramı yaklaşıyordu. Bayramları sevmez yakınlarını kaybedenler. Babam rüyamdaydı birkaç gün önce. Eski evimizdeydik, kurbanlık koç almıştı, bahçedeydi. Bir de yavru at almıştı, kahverengi ve çok güzel. Baba atı neden aldın ki nasıl bakarız ona, diyorum heyecanla. Atı sevip evimizde olduğu için mutluluk duyarken niye aldığını sormak yersizdi oysa. Nazlı kızı cilve yapıyordu babasına. Gözleri pırıl pırıl, sadece gülümseyerek cevap veriyordu muhterem babam.
Günler böyle düşüncelerle geçerken Nevruz ablanın evinde buldum kendimi. Şifalı bitkilerden konuştuk. O bana kömecin faydalarını anlattı ve bir miktar verdi yemem için. Ardıç sirkesinin de bana pek faydası dokunurmuş, sirkeyi de bir şişeye ekleyip poşete koydu. Peygamberimizin su içtiği kuyudan okunmuş suyumu da pek tabii içirdi bana. Ben heyecanla, geçmişte annemin mide sıkıntısına kudret narının nasıl iyi geldiğini, o zamanlar her gün Türk kahvesi içmeye başladığını anlatıyorum. Yüzümde gülümseme, kalbim huzurla ayrılırken Nevruz ablanın yanından, içimden tek bir ses, “Her hâl geçicidir” diye söylüyordu. Artık dünyada olmayanlara aidiyetimden kaynaklı fırtınalarım, dünyadaki nadide kişiliklere rastlayınca teskin oluyordu. Mutsuz değildim.
Bilge Doğan
BERDÜCESİ - Sayı:10