KENDINE DOĞMAK
Annemin sabahın köründe yukarıdan bastonuyla vurarak hepimizi uyandırması günlük rutinimizdi zaten. Balkona attığı ve almamı istediği market listesindekilerle doluydu elimdeki iki poşette. Her yazılanı almama rağmen yine de ben annemi hiçbir şekilde memnun edemiyordum. İstediği markadan değilmiş yoğurt, peyniri yanlış almışım, ekmek niye çok kızarmış değilmiş vs., yine ne teşekkür ne takdir ne bir hayır duası görmeden iniyordum aşağıya. Yıllardır bitmeyen değişmeyen hayatımın gerçeğiydi annemle ilişkim. Bu ilişki duygusuz, tek taraflı, iş merkezli ve tamamen buyurgandı her zaman. Ona göre bana kızgınlığı bir baltaya sap olamamışlığım (araba tamirciliğim annemin beklentilerini karşılamıyordu) en büyük suçumdu. Okumamış kardeşlerim gibi etiketli iyi işlerde çalışamamıştım. İşi düşmeden görmezdi beni. Ancak ihtiyaç halinde hatırlanan evlattım ben...
Görünmezliğim hayatımda en çok hissettiğim duyguydu, özellikle annemin yanında. Oysa evimde, işimde, sosyal hayatımda görünür, bilinir, dikkate alınırdım, ama günün sonunda anneme uğradığımda görünmezliğim tescilleniyordu her seferinde. Uyum sağlamam, söz dinlemem, alınan tüm kararlara rıza göstermem o kadar sıradandı ki aksi düşünülemezdi. İlk başta annemin görmediği “ben”i ailede kimse de görmüyordu zaten. Görünmez olmak, varlığımın hissedilmemesi, duygularımın, isteklerimin, tercihlerimin dikkate alınmaması demekti ve en çok buradan yara alıyordum.
Bunu ilk ne zaman fark etmiştiniz demişti, yıllar önce hastalığıma ilk isim bulan doktor. O gün bulamamıştım bunu ama artık biliyorum ki ben doğmadan önce anne karnında görünmezliğin provasını yapıp öyle gelmiştim bu dünyaya.
Bir akşam eşime “biliyor musun, ben annemin karnında iken saklanmayı, görünmemeyi öğrenmişim” dediğimde çok şaşırmıştı eşim. Benim hikâyem sıra dışı ve bunun farkındayım ama aile çevremin bunu fark etmesini beklemek biliyorum ki beyhude bir istek. Evet ben hamileliği boyunca saklanmak zorunda kalan bir bebeğim. Bunun sebebi annem ve babamın yurtdışına işçi olarak gitmeye karar verip başvurduklarında benden haberlerinin olmayışı! O zaman işçi kabullerinde hamilelik elenme nedeni ve başvuru kabulü geldiğinde konsolosluk ziyaretlerinde ve mülakatlarda beni saklama kararı almaları. Şimdilerde uzmanların “bebekler anne karnında annenin tüm duygularını hissederler” söylemleri boşa değil elbet. Anne karnında üstlenmişim rolümü. Fiziksel olarak zamanında doğsam da ruhen doğamamışım ben aslında. Anne rahminde kaybolmuşum anne kucağına hiç alınmamış, anne sütünü hiç tatmamış, anne şefkatini sıcaklığını, sevgisini hiç hissedememiş bir çocuğum.
Doğduğumda Celal de koysalar ismimi (hoş o da dedemin ismiymiş ya!) mülayimlikten hiç kurtulamayan, arada celallensem dahi kimsenin ciddiye almadığı, hayatım böyle başlamış. Doğduğumdan bir hafta sonra anne babasız, babaanne ve dedeme emanet, büyümeye başlamışım. Köydeki hayat, sonrasında yaşadıklarımı düşündüğümde, en güzel yıllarımmış aslında. Hatırlıyorum, birkaç sene aralıklarla evimize birileri gelir ve annem babam oldukları söylenirdi ve ben onların olduğu zamanlar saklanır, ortaya çıkmaya korkar ve en iyi bildiğim şeyi yapar, kaybolurdum. Onların da bana çok sıcak davrandıklarını hatırlamıyorum zaten. Bana “yabani “sıfatını uygun görmüşlerdi. Çok kalmadan gider arkalarında bolca çikolata, birkaç oyuncak kalırdı. Babaannem kızardı bana, niye kaçıyorsun, onlar senin annen baban derdi, ama ne ben ne de bence annem ve babam bunu hiçbir zaman hissedemedik. Ne babaannemin sıcacık kucağı ne dedemin güven dolu kocaman elleri onlarda vardı. Onlar bana ben onlara yabancıydım, yabaniliğim de ondandı. Belki de bu nedenle beni götürmeye korkuyorlardı. Derken benim okula başlayacağım sene yanlarında yeni yeni yürümeye başlayan bir çocukla geldiler. Kardeşimmiş ve benden ona bakmamı ilgilenmemi abi olduğumu söylediler. Hiçbir zaman kardeşim gibi hissedemediğim bir kardeşim vardı artık. Ona çok sıcak şefkatle yaklaşıyor, tüm vakitlerini onu memnun etmek için harcıyorlardı. Böyle zamanlarda baş edemediğim bir duygu yüreğimi sıkar ve babaannemin sıcak ve şefkatli kucağına kaçardım. Gelmelerini hiç istemezdim, kafam karışır ve üç kişilik basit hayatımız zorlaşırdı. Bu sefer gelmeleri babaannemin davranışlarına bakılırsa çok hayra alamet değildi. Benim ismimin geçtiği konuşmalar duyuyor ama tam ne olacağını anlamıyordum. Babaannem hüzünlü bakışlarla saçlarımı seviyor, dedem en sevdiğim oyunları oynuyor, beni ata bindiriyor, ava götürüyordu. Meğer çocukluğumun en güzel zamanlarının son demleriymiş, sonra anladım. Tüm bunlar bana vedaymış meğer ve onlarla gitmeme karar verilmiş. Okula anne babamın yanında başlamalı; onlara, kardeşime, yaşadıkları ülkeye, okula alışmalıymışım. Bana zaten söz hakkı yoktu. Gitme vakti gelince ne çok ağlamış ne çok tekmelemiştim, baba bile diyemediğim babamı. Dedeme, babaanneme son bir ümitle bakmış ama sadece çaresizce ağlayan iki yaşlı görmüştüm. Belli ki ellerinden gelen bir şey yoktu. Böylece başladı zor yıllar benim için. Tamamen yabancı olduğum bir ülkede, bir evde ve bir ailede açtım gözlerimi, günler süren araba yolculuğu sonrası. Çok çabaladım esasında duruma adapte olmaya yeni aileme ama olmadı. Ne onlar acemiliği atabildi üzerinden ne de ben. Gittiğimizde yaz tatili henüz bitmemişti, bazen dillerini anladığım çocukların parkına sırf küçük kardeşimin oynatılması için giderdik. Orada kardeşime sahip çıkmam gerekse bile bir iki çocukla oynayabilmek ne çok sevindirirdi beni. Babam zaten yok gibiydi, vardiyalı çalıştığından geceleri biz uyurken gelir, gündüzleri de uykuda geçirirdi. Annemse babamın evde olduğu saatler kısa süreli işlere giderdi. Amaç çok para biriktirmek ve memlekete dönmekti her gurbete giden işçi gibi. Okullarla birlikte beni normal Türk çocukların da devam ettiği bir okula verdiler önce. Ne dil bilirim ne de okul öncesi bir okul kreş tecrübem var oysa... Köyde nenemden dedemden ne gördüysem köye ait, oydu bütün dünyam. Elbette okulda aylar geçmesine rağmen hiçbir ilerleme sağlayamamıştım. Çünkü konuşulanı anlamıyor talimatları takip edemiyor ve derdimi anlatamıyordum. Sonrasında beni bir sürü çizgilerin, küplerin, soruların olduğu testlere tabi tuttular ve ben hayatımda ilk defa gördüğüm materyalleri incelemekten ne sorulara adapte oldum ne de cevap verebildim, ailem okula çağrıldı ve beni başka bir okula yönlendirdiler. Bizimkilerin yüzleri asıldı ve bana suç işlemişim gibi davranıldı günlerce. Gittiğim okul ve orada gördüklerim kadarıyla konulan teşhisi çocuk aklımla dahi anlıyordum. Bugün bile o okulun ilk gününü hatırladıkça aynı duygu çöker yüreğime. Verdiğim imaj ve kısa süreliğine gösterdiğim performansa bakılarak özel öğretime muhtaç çocukların okulundaydım artık... Bu okul benim için bir yıkımdı. Artık öğretmenler de dâhil kimsenin uğraşmadığı sadece yoklamalarda sınıfta olması gereken bir öğrenciydim. Sınav ve sınıf geçme kaygısı yoktu bu okulda. Gösterdikleri kavramlar, sayılar, resimler hep bildiğim ama dil bilemediğim için söylememeğim bilgiler olunca gün geçtikçe içime kapanıp sessizce derslerin bitmesini bekledim. Konuşmama hatta kaybolma hâlim evde de devam etmişti fakat işten güçten evdekilerin bunu sorun etmediğini görüyordum. Gün geçtikçe sınıfta ve evde televizyonda konuşmaların içeriğini yavaş yavaş anlamaya başlamıştım fakat hâlâ konuşamıyordum. Bir gün sınıfa bir çocuk getirdiler, ne kadar tanıdıktı kısa saçlı, esmer kimsenin gözüne bakamayan; tıpkı ben. Sonradan anladım ki benim kaderimi yaşayan memleketlim... Arkadaş olduk ilk utangaçlığı atar atmaz ve birlikte oynamaya başladık derste, teneffüste. Bizim oyunlarımızı konuşmalarımızı gözlemleyen bir öğretmen bir gün yanında dilimizi bilen bir öğretmenle geldi yine bizi aldılar bir odaya bu sefer kendi dilimizde sordular soruları. Utana sıkıla cevap verdiğimizi hatırlıyorum. O günün sonunda eve biraz uzak olan yatılı bir okula yollanmam, orada dil dersi de almam kararlaştırılmıştı. Ne kadar da ağlasam bu karara uymak zorundaydım ve başladı benim yatılı günlerim. Henüz sekiz yaşında yabancı bir ülkede ve yatılı bir okuldaydım… Şu an bile ne o yalnız geçen korku dolu geceleri ne de terk edilmişliğimi unutamam. Kayıp hâlim katlanarak devam ediyor ve benimle büyüyordu. O okulda zorunlu eğitimi bitirip ailemin yanına geldim fakat hâlâ onlar için ben, benim için onlar bir yabancıydı. Hiçbir zaman sıcak bir ilişki inşa edemedik aramızda. Tatiller ve tüm boş zamanlar ev işleri ve kardeşlere bakmakla geçiyordu. Üst üste üç kardeşim olmuş ve annem beni otomatik olarak yardımcı tayin etmişti. Hem çalışıp hem ev ve çocuklar onu çok sinirli ve şiddete meyyal yapmıştı. Annemden dayak yemek çok sıradanlaşmıştı ve hatta çok nadir de olsa kardeşlerimin de dayak yemesi çocuk dünyam için mutlu bir teselliydi. Üç kardeşimin de büyüyüp okula gitmesi, bana ihtiyaç duyulmaması ve benim okul hayatımın parlak olmaması benim memlekete gönderilmeme neden oldu.
Bu ceza bana ödüldü, çünkü orada görünür, duyulur, sevilir bir eve yuvaya sahiptim. Babaannem ve dedem yaşlansa da bana ilgi ve sıcaklıkları hiç değişmemişti. Babaannemin bana “aç mısın oğlum, canın ne istiyor, onu yapayım? “ sorusu bile ilk zamanlar içimi kaynatıyor ve beni hüngür hüngür ağlatıyordu. Günler hızla akıyor, ailem uzaktan hayatımı planlamaya, kararları benim dışımda ve bana sormadan vermeye devam ediyordu. Beni bir iş güç sahibi olmam için çırak vermeye, ev temelleri atıp orada ırgat gibi çalışmama, sonrasında askere gitmeme ve hatta evlenmeme kadar her şeye onlar, özellikle de annem karar veriyordu. Yıllar bu akışa karşı çıkmak şöyle dursun bunun zorunluluk olduğu kabulüyle geçti. İşime de geliyordu ne yalan söyleyeyim, inisiyatif almamak, kafa yormadan denileni yapmak, uzaktan söylenen talimatlara uymak. Yıllar geçti böylece ben çıraklıktan ustalığa geçtim, evlendim ve dükkân açtım ve işten sonraki meşgalem, ikinci işim olan apartmanı da diktik memlekete. Yıllar içinde kardeşler büyümüş, iş güç sahibi olmuş, anne babamla yurt dışında yaşamaya başlamışlardı. Ailenin benim dışımdaki üyeleri yazdan yaza evlerine gelir ve bir ay kalıp giderlerdi. Hepimize birer daire verilmiş en alt kat bana uygun görülmüş, apartmanın ne kadar bakım işi, tamiri, evrakı varsa hepsi bana kalmış ve bu ricayla değil bir mecburiyet ve görev olarak verilmişti. Babamın emekliliği gelip de yurda dönmeye karar verdiklerinde hayatımın bu denli değişebileceğini öngörememiştim. Hele babamın erken kaybı ve annemin yalnız kalmasını hiç beklemiyordum. O gün bu gündür iki kimlikle dolaşıyorum ortalıkta. Annemin bana atfettiği görünmez sessiz, beceriksiz, tepkisiz, değersiz Celal ve sosyal çevremde tüm özelliklerimle kabul edildiğim, ben olduğum, değer gördüğüm Celal.
Şimdi bu tabloda benim hiç mi suçum yok? Sadece ailem mi, annem mi suçlu? Aklım erdiğinde bana yapılanları fark ettiğimde, ben kendi sınırlarımı çizemez, değişemez miydim? diye çok düşündüm. Lakin anneme beni de gör demeye, ondan çocukluğumun, kaybolan yıllarımın hesabını sormaya ne zaman niyetlensem boğazıma bir taş oturuyor ve konuşamaz oluyorum. Anne rahmindeki görünmezliğimde öyle ustalaşmışım ki saklandığım yerde kaybolmuşum galiba. Bunu çok denedim ama artık ben de bulamıyorum kendimi…
Betül Karapınar
BERDÜCESİ - Sayı:10