LONDRA SOKAKLARINDA HUZURU ARAYAN KADIN: VİRGİNA WOOLF
Hatice Mert Yunak
28 Mart, 1941.
Nehrin suları yükselmişti. Gözlük ve kalemlerini masaya bıraktı kadın. Yazdığı mektupları yan yana koydu. Leonard ve Vanessa’ ya. Cepleri en fazla olan yeleğini geçirdi sırtına. Nehir kenarına doğru yürürken hayatı boyunca benliğinde üst üste yığılan travmalar gibi biriktiriyordu ağır taşları ceplerinde. Her gün gezintiye çıktığı yeşil alanları izledi bir süre. Yazdığı freshwater oyununu hatırladı nehrin sularına bakarak. Gülümsedi. Mavi göğün altında son kez nefes aldı. Ayak parmakları hissetti suyun dondurucu soğuğunu. Geri dönemezdi, hayır! Cebindeki taşlar aceleyle dibe çekiyordu onu. Zihni, akan suyla yarıştı bir müddet. O an kurtaracak birisi olsaydı o kişi yine eşi olurdu diye geçirdi aklından. “Kurtulmak istemiyorum,” dedi.
“Hayır, bu kez kurtulmak istemiyorum.”
Sevgili Leonard’ını düşündü, ona bıraktığı mektubu okurken hayal etti kendisini çok seven adamı. Nehrin soğuk suyu ayaklarına sarılınca ürperdi vücudu. Çünkü kadınlar saç diplerinden başlardı üşümeye. Omzunu aşan sular bembeyaz yüzünü avuçladı ve yokluğa karıştı kadın akan nehrin içinde. Yirmi altı gün boyunca dalgalarla gezindi şehrin eteklerinde.
Londra sokaklarında, Thames Nehri kenarında boylu boyunca yürürken ilk aklınıza gelen yazardır Virginia Woolf. Westminster’ın kalbi Elizabeth Kulesi’nde, insana zamanın eriyip gittiğini haykıran Big Ben, her saat başı çaldığında Woolf ‘la birlikte dinlediğinizi, bir bankta yan yana oturup telaş içinde koşturan insanları onunla izlediğinizi hissedersiniz.
Woolf karakterleri bir ara sokaktan her an karşınıza çıkabilir bu şehirde. Tıpkı kendisi gibi romanlarında yarattığı kişiler de şehrin karmaşasında kaybolmayı göze almışlardır. Kalabalıklar içinde Woolf ’la beraber sokak sokak gezinen bir flânör olarak bulursunuz kendinizi Londra’da.
“Haziran, yaprakları bir bir çekmişti ağaçlardan... Arlington Sokağı ile Piccadilly Parktaki havayı kızıştırıyorlardı sanki.” (Mrs. Dalloway)
Londra’da yaşarken ya da ziyarete geldiğinizde kocaman şehri nasıl dolaşacağınız konusunda çoğu zaman kafanız karışır. Birbirinden farklı dokudaki semtleri, geniş caddeleri, insanlarla dolu meydanları, tarihi binaları birbiriyle yarışır size kendisini anlatmak için. Görkemli kütüphaneler, müzeler, sanat galerileri, ünlü yazarların yaşadıkları evler, kahvelerini yudumlayarak romanlarını yazdıkları kafeler, çiçek buketleri aldıkları yol üstü minik çiçekçiler… Her biri insanı büyüleyerek bir anda yolunuzu kaybetmenize sebep olabiliyor. Bu şehre ilk taşındığımda onunla ilk buluşmamın etkili ve unutulmaz olmasını istiyordum. Edebiyata duyduğum ilgiden de yola çıkarak kendime bir rota oluşturdum ve ilk durağım tabii ki bir Londra hayranı olan Virginia Woolf oldu. Aynı semtte oturuyor ve her gün Woolf ’un yaşadığı evin önünden geçiyor olmam, zihnimde onunla güçlü bir bağ kurmamı sağlamıştı. Eşi Leonard ile yaşadığı bahçe katı evinin penceresinden içeriye baktığımda onun dünyasına adım atmıştım artık.
Zaman zaman zihninden geçenleri anlamakta zorlansam da hayranlıkla okuduğum en iyi yazarlardandır. Londra şehrinde gezintiye çıktığınızda şehre âşık bir yazar ve onun karakterleriyle başlamak iyi bir karardır.
Şehri hemen hemen her romanına dâhil ederek okurlarını, kurmaca bir hikâyenin arka planındaki gerçek mekanlarda başarıyla dolaştırmıştır Woolf. Şimdi biraz Mrs. Dalloway eseri üzerinden beraber gezintiye çıkalım Londra’da.
Roman, ana karakteri Mrs. Dalloway ‘in Westminster’da çiçek almak için sokakta gezintiye çıkması ile başlar. Londra’nın sembollerinden birisi haline gelmiş Big Ben saat kulesini, kendine zamanı sürekli hatırlatması için seçmesi tesadüfi değildir. Bu bölge, şehrin tarihinde Woolf ‘un da bize aktarmak istediği gibi halen ülkenin parlamento binasının ve siyasal açıdan yönetim birimlerinin, devlet dairelerinin bulunduğu alandır. Mrs. Dalloway ’in eşinin de bir parlamento üyesi olması karakter-mekân ilişkisinin sağlam kurgusunu gösteriyor bize.
Westminster’dan başlayan gezinti üç farklı karakterin birbirine yakın dolaşma güzergâhlarıyla devam ediyor. Tarihten bu yana şehrin en güzel mekânları büyük yeşil alanlardan oluşan şehir parklarıdır. Hâlâ günümüzde Hyde Park, St. James Park ve St. Regents Park; şehri ve insanı rahatlatan ana arterlerdir. Woolf ‘un karakterleri de bilinçli bir şekilde bu parklarda gezintiye çıkarak kent merkezinde hem şehir hem de kendi için dünyalarıyla interaktif iletişimde olduklarını görürüz. Şehrin tarihine baktığımızda da yüzyıllardır bu büyük parklar şehir halkı için önemli mekânlardır. İlk günkü gibi orijinalliğini koruyan şehir parklarında yürüyüş yaparken Woolf karakterlerinden, Mrs. Dalloway’i ve savaş sonrası travmalarını atlatamamış Septimus ‘u hatırlamamak mümkün değildir.
Big Ben’de saat 11.00’i vurduğunda geçmişi ile geleceği arasında düşüncelere dalmış Mrs. Dalloway gibi Hatchard’s kitapçısının vitrinindeki kitapları incelemeyi eminim siz de çok seversiniz. Hemen hemen her köşe başında çeşit çeşit renkli çiçek buketleriyle sizi büyüleyen çiçekçilere uğrayarak kendinize bir buket çiçek almalısınız.
Virginia Woolf, hayatında onu etkileyen kişilerden beslenerek oluşturmuştur karakterlerini. Şehrin farklı semtlerinde yaşamış oluşunu bir avantaj olarak kullanmış, hayatına giren çeşitli insanlarla olan ilişkilerini yine Londra’nın manzaralarıyla harmanlayarak güçlü bir şekilde sunmuştur bizlere. Dünya savaşlarından sonra tekrar inşa edilerek canlandırılan şehrin orijinal dokusunun muazzam bir şekilde korunuşuna şahit oluruz romanı okuduktan sonra.
Şimdi biraz Virginia Woolf hakkında konuşalım.
Babasına hikâyeler yazan küçük kız
Aristokrat ve entelektüel bir ailede 1882 yılında doğan Virginia Woolf ‘un yaşamının büyük bölümü Londra’da geçmiştir. Bu şehre olan hayranlığı ve tutkusu küçük yaşlarda ailesiyle beraber yaptığı gezintilerle başlamıştır. Thomas Hardy, Henry James ve James Russel Lowell gibi önemli edebi isimleri her hafta evlerinde ağırlayan, Victoria döneminin tanınmış yazar ve eleştirmenlerinden olan bir babanın kızıdır Woolf. Edebiyat, resim, felsefe, politika gibi birçok farklı ve güncel konuların hararetle tartışıldığı bu rutin buluşmalar, Woolf ‘un henüz o yaşlarda edebiyatla güçlü bir bağ kurmasını sağlayan en büyük faktörlerdendir. Bu sohbetleri dinleyerek arka kanepede babasına kısa hikâyeler yazan kız, geleceğin en etkili yazarlarından biri olacaktır.
Woolf, Victoria dönemi erkek üstünlüğünü önceleyen, kadınları arka planda bırakan katı kurallara karşı tepkisini hem özel yaşantısında hem de romanlarında çekinmeden ortaya koymuştur. Babasının oluşturduğu edebiyat, sanat buluşmalarını sonraki yıllarda kendisi de Londra’lı birçok entelektüeli bir araya getirerek Bloomsbury grubu adı altında toplamıştır. Her türlü seçimler açısından özgürlükçü bir tutum sergileyen bu isimler, kısa sürede Londra’da etik anlamda büyük tepki çekmiştir.
Erken yaşlarda annesini, ilerleyen zamanlarda babasını kaybetmesiyle hayatında travmalar başlayan Woolf, bunalımlarını eserlerindeki karakterlerine de yansıtmıştır. Aile hayatındaki problemlere, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gerilimi de eklenerek Virginia Woolf üstesinden gelemeyeceği psikolojik sorunlarla yaşamı boyunca mücadele etmek zorunda kalır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra sokaklarının yerle bir oluşu ve kendi evinin iki kez bombalanmasıyla dehşete kapılan Woolf artık içinden çıkılmaz büyük bir bunalıma girer. 941 yılının mart ayında giderek artan nöbetlerine daha fazla katlanamadığı bir gün Ouse Nehri sularına kendini bırakarak yaşamını ve kalemini sonlandırır.
Gerçeküstücülük ve Woolf karakterlerinin bilinç akışı
Virginia Woolf kendinden önceki klasik dönem romancılarını okuyarak kendisine öncü olduklarını belirtmiştir. Fakat bu romanlarda onu rahatsız eden, hikâyelerde insanın iç dünyasının eksikliğiydi. Romanlara derinlik kazandıran, asıl anlatılması gereken, insandı. Yaşayan insanın düşünce ve duyguları... İç dünyası yansıtılmalıydı her şeyden çok. Woolf bu düşüncesini yazar arkadaşı Kathrine Mansfield’e yazdığı bir mektupta şöyle belirtiyor, “Yepyeni bir anlatım tarzı ile yazacağım. Romanlarımda ne porselen çay fincanları ne koltuklar olacak, insanın düşünce ve hislerini anlatacağım.”
Victoria Döneminin kısır döngüye girmesiyle, İngiliz toplumunda kadının yerinin sıkça sorgulandığı, bireyselliğin ön plana çıkıp duygu ve düşüncelerin rahatça ifade edilebildiği yepyeni bir çağ başlamıştır. 19. yy. sonlarına doğru modern yaşamla beraber insanların hayata bakışlarında değişimler görülür. Yaşanan bunalımlar, travmalar dünyadaki savaş sonrası değişimlerin ardından insanlar kendilerini sorgulamaya, düşüncelerini daha net ifade etmeye başlamışlardır. Modernitenin doğuşunun hızlandığı böyle bir dönemde klasik roman tacını modern romana bırakmıştır.
Modern romana hem özgün hem de dinamik bir kişilik kazandıran yazarların başındadır Virginia Woolf. Eski romancılık anlatımında olay ve mekân kurgusu içerisinde sadece yazarın bakış açısıyla aktarılan anlatım tarzından sıyrılarak özgünleşen modern roman, “Gerçeküstücülük” akımına yelken açmıştır. Ve elbette hızla değişen yaşama paralel olarak insanların iç dünyalarının metinlere güçlü bir şekilde aktarımını sağlayan yeni bir anlatım tekniği olan “Bilinç Akışını” kazanmıştır dünya edebiyatı.
Bu anlatım tekniğini ustaca kullanarak bir bilinçten diğerine salınım sağlayarak karakterlerinin zihinlerinde bizi gezintiye çıkarmış ve yepyeni varoluşlar vücuda getirmiştir Virginia Woolf. Böylece olayları karakterlerinin bakış açısından anlaşılmasını sağlayarak daha derin bir kurmaca oluşturmuş ve çok katmanlı okumaya olanak sağlamıştır. Klasik romanlardaki karakterleri dışa bağımlı yüzeysel unsur olmaktan kurtararak eserlerinde derin iç dünyalar yaratmıştır.
Virginia Woolf ‘un Londra Sevgisi
“Mevsimlerden kış... Londra... Kensington Parkı’na yakın, 22 numaralı büyük bir evin bulunduğu sokakta, sabahın erken vakitlerinden beri deliler gibi bir yukarı bir aşağı dolaşıp duran rüzgâr; o sırada 22 numaraya doğru heyecanla, elindeki samandan bir parşömenin içine sarılı ve soğuktan titrediği aşikâr çiçekleri sağ eliyle sımsıkı kavramış, sol eli redingotunun cebinde, gözlerini kaldırımdan kaldırmadan yürüyen orta yaşlı bir adamın yüzündeki sakalları, tıpkı bir bıçak gibi sıyırıp sokağın belirsiz, sivri çatılarla çevrelenmiş tavanından göğün karartısına karıştı.”
(Londra Manzaraları)
Londra şehri, tarihinde birçok yazar ve şaire ilham kaynağı olmuştur. Her köşesinde yazılmış şiirleri, hikâyeleri görmek mümkün. Charles Dickens, Shakespeare, Ezra Pound, Oscar Wilde, Jane Austen gibi birçok ünlü isimlere cömertçe kucağını açmıştır.
Yaşamı Londra’nın çeşitli semtlerinde geçmiş olan Woolf da büyük bir Londra hayranıdır. Londra sokaklarında dolaşarak insanları gözlemlemeyi, kalabalığa karışmayı, parklarda gezip, çiçekleri koklamayı seven bir kadındır. Hatta çoğu zaman kalabalık şehirde yalnız kalmanın bir özgürlük ve kaçış olduğunu söyler. Sadece bir kurşun kalem satın almak için saatlerce Londra sokaklarda dolaşmanın, çoğu zaman amaçsızca dolaşmanın ne büyük bir zevk oluşundan bahseder.
Londra’daki evinin bombalanmasının ardından belli bir süre Cornwall’da yaşayan Woolf için “Cornwall ruhunu ele geçirmişse Londra onun kalbini bağlamıştır,” denilmektedir. Londra’ya olan aşkını 18 Ağustos 1898’de Hampshire’dan kuzenine yazdığı mektupta, “Sevgili şehrimize döndüğümüz 22 Eylül’e kadar haftaları saydım,” diyerek dile getirmiştir. Şehirle olan ilişkisi güçlü bir tutkuya dönüşmüştür. 1940-1941 yıllarında bombalamalardan sonra enkaza dönüşen şehrin manzarasını gördükçe kederli bir dul gibi ağıt yaktığı söylenir.
Romanlarının hemen hemen hepsinde karakterlerini oluştururken Londra şehrinin semt ve caddelerinden, meydanlardan bolca yararlanır. Dışa Yolculuk, Jacob’ın Odası, Mrs. Dalloway ve Deniz Feneri romanlarındaki pek çok karakterin Londra’da dolaşırken izlediği yolları takip ederek Woolf ‘un karakterlerini politik olarak bilinçli bir şekilde oluşturduğunu görürüz. Roman karakterlerinden hiçbiri herhangi bir zamanda veya günün herhangi bir saatinde tesadüfi olarak bir yerde yürümez. Oldukça dahiyane bir biçimde zaman, yer, cinsiyet ve sosyal sınıf unsurlarını bir araya getirerek romanın kurgusuna uygun şekilde yerleştirmiştir kişilerini.
Mrs. Dalloway
“Güneşi gölgeleyen bulutlar gibi bir sessizlik çöker Londra’ya ve gönüllere. Çabalar biter. Zaman, yelken direğinde çırpınır. Orada dururuz, orada kalırız. Kaskatıyızdır, insanın bedenini sadece alışkanlıkların iskeleti dik tutar. İçimizde hiçbir şey yok, dedi Peter kendi kendine; içinin oyulduğunu, bomboş kaldığını hissediyordu.”
Londra Manzaraları
“St. Paul Katedrali, Londra mimarisinin en göze çarpan ögesidir. Uzaktan büyük gri bir balon gibi şişkin görünür; yaklaştıkça, belli belirsiz bir hâl alır, bir yandan devasa ve tehditkârdır aslında… Sonra, birden katedral ortadan kayboluverir. Bulunduğu meydanda dolaşıp onu göremediğimizde; Londra nasıl da anlamını yitirir, birden çöküverir öylece!”
*
“Çağdaş Londra’nın çekiciliği, kalıcı olmak için kurulmamış olmasından kaynaklanıyor; o geçip gitmek için kurulmuştur.”
*
“Kocaman bir kurdele gibi uzanan Oxford Caddesi’nin allı pullu, şatafatlı halinin kendine özgü bir büyüsü vardır. Cadde çakıl taşlarıyla dolu ve taşlarını sürekli olarak parlak bir akıntının yıkadığı bir ırmak yatağı gibidir. Her şey pırıl pırıl yanıp söner.”
*
“Güzel bir bahar günü. Oxford caddesi boyunca yürüdüm. Otobüsler zincire vurulmuş. İnsanlar savaşır ve mücadele eder. Birbirinizi kaldırımdan devirmek…Londra’da yalnız yürümek en büyük dinlenmedir.”
Londra şehrini ziyarete gelen hiç kimsenin ondan etkilenmemesi mümkün değildir. Edebiyat kokan şehir her dönemde olduğu gibi günümüzde de oldukça etkileyici bir atmosfere sahiptir. Woolf ‘un da etkisinden kurtulamayıp müptelası olduğu şehri her eserinde yansıttığını görmekteyiz. Hatta Woolf karakterlerinin yürüyüş haritaları bile bulunmaktadır. Sokaklarda görülmeye başlanan yeni araçlar, insanların değişen dış görünümleri, cadde ve binaların dönüşümünden karakterlerine uyumladığı semtleri de romanlarından tanıyoruz. Böylece titiz ve dikkatli bir gözlemci olarak bizlere hem Londra’nın tarihsel gelişimini hem de hayatından izleri karakterleriyle harmanlayarak zihnindeki dünyayı bizlere başarılı bir biçimde aktarmıştır.
Londra’yı gezerken bana eşlik eden, romanlarındaki karakterlerinin izlerini sürerek hem edebi hem de şehrin tarihsel, politik, sosyo-kültürel gelişim sürecine tanıklık yapabilmeme olanak sağladığı için bir okur olarak kendisine minnettarım.
BERDÜCESİ -Sayı: 4