MAHKÛMUMA GÜLÜMSERKEN

 

Cellat uyandı yatağında bir gece

“Tanrım” dedi, bu ne zor bilmece

Öldürdükçe çoğalıyor adamlar

Ben tükenmekteyim öldürdükçe

Ataol Behramoğlu

 

Gecenin ağırlığından kurtulup sabaha vardım. Saat beşe geliyordu, ezan okununca anladım. Bir ürperti gibi geçti kulaklarımdan o sabah. Oysa ben bu vakitlere alışkındım. Uyuyamadığım üçüncü geceydi. Elimi, üstümde varla yok arası duran örtüye, örtüyü de divanın boş olan tarafına attım. Kafamı yastıktan kaldırmaya çalıştım ama bir şey bana engel oldu. Zihnim. Doluydu. Ben kalkmak istedikçe o, dibe, en dibe çekiyordu. Birkaç dakika süren anlaşmazlıktan sonra gücümü toplayıp sonunda doğruldum. Pencereyi açıp hava almak istediğimde gözüm karşı avluda duran saksıya takıldı. Ardından bir fesleğen kokusu genzimi tıkadı. Boğulacak gibi oldum. Neyin nesiydi ciğerlerimi patlatmak istercesine uygulanan bu basınç? Bir süre, kaburgam belki merhamet eder diye öylece durdum. Bir çift gözün etkisi altındaydım. Kucağındaki saksıya bakıyordu hâlâ, sanki karşımdaydı. Gülmeseydi keşke ya da ben görmeseydim öyle güldüğünü. Ertesi gün o gülüşü söndürdüğümü. Kafamı tekrar yastığa koydum ama gözlerimi kapatmadım.

 

Ben daha önce kaç kez yaptım bu işi, hiç saymadım. Üzüldüm mü peki? Belki ilk başlarda biraz. Sonraları sıradan ve rutinleşmiş bir iş gibi, yemek yemek, su içmek gibi, her gün aynada kendine bir kez olsun bakmak gibi kolaylıkla bunu yapmaya devam ettim. İnsanların görmeye dayanamayacağı bir şeydi bu, benimse görmeden yapamayacağım. Bir çocuğum olsaydı şu hayatta, buna imkân verilseydi eğer böyle mi olurdu?

 

Bunu ilk kez dün sorguladım. Babası hapse düştüğünde görmüştüm onu. Üç yaşlarında var yok, çok güzel bir kız çocuğuydu. Annesiyle birlikte bir saksıya ektikleri fesleğeni getirdiler. Kendimi, uzakta, bir başıma oturmuş onları izlerken buldum. İri gözleri vardı. Sarı, dalgalı saçlarını iki yandan toplamışlar, üzerine ise şeker pembe bir elbise giydirmişlerdi. Öyle umut doluydu ki; onu gören her mahkûm, özgür olduğuna belki bir an olsun inanabilirdi. Saksıda top gibi, yemyeşil bir fesleğen. Eğilip kokluyordu onu sürekli. Minik beyaz çiçeklerini incecik duran başparmağıyla işaret parmağının ucunda tutuyor, kendince seviyordu bir bebeği sever gibi. Babasını gördüğünde yüzünde oluşan o heyecanı hatırlıyorum. Bir de fesleğeni verdiğini. Yeni yeni konuşmaya başladığı belliydi. Anlatabildiği kadar anlatmaya çalışıyordu. Bir ara “Bizi çok özleyince elini ona sür baba.” dediğini duydum. Sonra annesine bakıp gülümsedi. Kadın, “Evimiz böyle kokuyor çünkü.” diyerek kızının hem cümlesine hem gülümsemesine karşılık verdi.

 

Küçük kız babasının kucağından hiç inmiyor, görüşemedikleri zaman içerisinde sanki dünyadaki tüm ilginç olaylar kendi başına gelmiş gibi anlatıyordu. Her gün pencerelerinin dibine gelen güvercinlere sofra bezinden topladığı ekmek kırıntılarını verdiğini, mahalleye bazen seyyar dönme dolapçının geldiğini, annesinin ona yeni bir bez bebek diktiğini ve o bebeğe Oya ismini verdiğini, mahalle bakkalından aldığı horoz şekerini çok sevdiğini ve bunun gibi daha birçok şeyi art arda babasına sıralıyordu. O an, günlük hayatta bizim için sıradanlaşmış ne varsa hepsinin, bir çocuğun ağzından çıktığı vakit ne kadar kıymetli hadiseler hâline geldiğini fark ettim. Sonra olmaması gereken bir şey oldu. Sabahları uykunun en tatlı geldiği vakitlerde askerleri içtimaya çağıran bir çavuş gibi, gardiyanlar yersiz sesleri ile bağırmaya başladılar. Görüş saati bitti. Fesleğen verildi. “Yine geleceğiz baba.” dedi küçük kız giderken. Babası yalvar yakar, kırk kere kontrol edildikten sonra zorla aldırdı içeriye fesleğeni.

 

Üç gün önce infaz kararında onun ismini gördüğümde o bir çift göz yine aklıma düştü. Kaç yıl öncesine aitti bu görüntü? Mahkûm, geldiği ilk günden beri “Ben yapmadım!” diye haykırıyordu. “Onca yıl geçmiş, insan haklılığını haykırmaktan yorulur.” diye düşünürdüm. O yorulmadı. Yanında çalıştığı adamı öldürmüş diye duydum. Hem de normal bir ölüm değil, akla hayâle sığmayan işkencelerle... Benim aklıma da hayalime de sığıyordu. Çünkü onların gayrimeşru yollarla yaptıklarını ben meşru şekilde yapıyordum. Deliller vardı hakkında, şahitler de. Ama bana cinayet işlemiş gibi gelmiyordu. Yüzünde söylediklerini doğrulayan bir ifade vardı sanki. Bunca yıldır bu işi yapıyorum ben. Bir surata sadece bakmam, onu okurum. Önünde tavuk kesilse korkacak bir adamdı bu.

 

Her şey çok hızlı oldu. Karar okundu. Son sözü soruldu. Son saatlerini yaşayan biri için son sözün bir anlamı olur mu? Ağladığını gördüm. Neden bu görüntü sol tarafımda, bir anlığına da olsa, kaburgamı zorlayan bir basınca sebep oldu? Sonra “Kızımı görmek istiyorum.” dedi. İşte o gün, yıllar sonra, ben de tekrar gördüm. Yedi sekiz yaşlarında, iri gözlü, değirmi yüzlü bir kız. Saçlarının rengi hafif kumrala dönmüş, dalgaları hâlâ çok belirgin. Elleri küçük ve narin. Müdürün odasına aldılar, annesiyle birlikte. Kadın, kendini o ana kadar güçlükle durdurmuş olacak ki girer girmez gözlerinden yaşlar süzüldü. Adam gülümseyerek içeri girdi. Karısı hariç kimse görmedi yüzünün gerisindeki hüznü. Kızı koşup boynuna atladı, sarıldılar. O an tekrar sorguladım: Bir çocuğum olsaydı, benim için yine böyle kolay mı olurdu? Alışkın olmadığım duyguların içine soktu beni bir çift göz. Alışkın olduğum bir duygu da yoktu.

 

“Bunu niye getirdin baba?” diye sordu masada duran saksıya bakarak. “Artık eve mi dönüyoruz?” Aynı cümle, aynı anda, iki farklı insanda ne kadar zıt duygular uyandırabilir, o gün gördüm. Mutluluk ve hüzün. Umut ve çaresizlik. “Ben bakamıyorum buna artık, kaldığım yer eskisi kadar güneş almıyor.” dedi adam. Bu cümlenin gerçeklik payı, kadının bir inilti hâlinde sürdürdüğü acısını hıçkırıklara dönüştürdü. “Siz götürün şimdi, ben gelene kadar evde büyüsün.” Bu sefer de duygulardan biri baskın geldi ve öbürünü tesiri altına aldı. Artık her ikisinde de çaresizlik. Vedalaşıp sıradan bir görüş gününü daha geride bırakır gibi gittiler. Giderlerken anneliğinin üzerine eklenen baba olmak yükü, kadının kamburunu çıkardı. Kız, az önce son kez sarıldığını bilmeden babasına, fesleğeni kokladı.

 

“Anne.” dedi. “Bunu güneş alan bir yere koyalım.”

 

Sabaha doğru hapishanenin arka bahçesine kuruldu darağacı. “İnsanların evlerinde derin sessizlikler içinde uyuduğu şu vakitlerde ben neden buradayım?” diye sordum kendi kendime. Bunu ilk soruşum muydu? Hatırlayamadım. Boynunda asılı bir kâğıtla getirdiler. Her şey yine çok hızlı oldu. Bir an için bakışlarımız ortak noktada buluştu. Kızı, gözlerini ondan almıştı. İkisininki de iri ve maviydi. Şimdi o gözlerdeki çaresizlik yerini kararlı bakışlara bırakmış gibiydi. “Ben doğruyu söyledim.” dedi. “Sözde adaletiniz sizi elbet bir gün haksız çıkaracak.” O bunları söylerken ben, kafasını çoktan ipe geçirmiştim. Zihnimde ilk defa ardı ardına aynı soru yankılanıyordu. Karşı koyamıyordum.

 

“Ben neden buradayım?”

 

Günün birinde Eyüp’e gömülmek için mi? Yazısız bir taşın altında kaç sehpa devirdiğimi saymak için mi? Ben bunları düşünürken oldu her şey. Ben yaşarken oldu. Dedim ya, benim için yemek yemek, su içmek kadar doğaldı. Bir süre sonra hareketlendiklerini gördüm diğer insanların. Doktor bir şeyler söyledi, kâtip yazdı. Bense sehpayı ne zaman tekmelediğimi hatırlayamadım ama genzimi yakan fesleğen kokusunu hiç unutmadım.

 

Özge Korkmaz

 

BERDÜCESİ - Sayı: 9