MEKTUP DİRİLTİCİSİ
Emel Karagedı̇k
Zamanın hızla ve acımasızca değişimi, modern dünyanın getirdiği her yeni kolaylık eskinin zorluğunu, çabasını ve bütün zorluklara rağmen sağladığı hissiyatı ezdi geçti. Ezdiği her şeye duyulan özlem ise gün geçtikçe artıyor. “Ah eski günler!” diye hayıflanarak hatırladığımız her şeyin tadı hâlâ dipdiri. Portakallı kekin yeni çıktığı 90’lı yıllarda tarifin yazılı olduğu kâğıdın elden ele dolaştığı günleri hatırlayanlar vardır belki aranızda. Gözler fal taşı gibi açılır ve o yeni lezzet ağız dolusu anlatılırdı her tanıdığa. Kaybettiğimiz tarifler keklerden ibaret olsa keşke… Tarife sığmayan komşuluk ilişkilerimizi kaybettik. Güveni, zarafeti, nezaketi, birbirimizi düşünmeyi ve daha birçok hissi. İletişimin en çok geliştiği çağda en büyük problemimiz oldu “iletişim-sizlik”. Ben merkezli bir yaşama şekli çıktı ortaya. Benim sayfam, benim takipçilerim, benim tarzım, benim düşüncelerim, benim dünyam… Sanal sayfalarda halledilen yazışmalar, konuşmalar hâl dilimizi örtbas edip bizi oldukça puslu bir manzaraya dönüştürdü.
Geçmişi bu kadar özlemle anmamızın nedenlerinden biri de dilimizdeki değişim. TRT arşivde siyah-beyaz videolardaki Türkçe neden bu kadar mest ediyor bizi? Çünkü insanlar tane tane ve telaşsız konuşuyorlar. Harfler ve kelimeler çarpışmıyor. Öyleyse modern dünya insanı, sakinliğin tarifini de kaybetti. Kaybetmeyenleri bulmak ve tarifi mahfuz etmek lazım bu durumda. Uğur Derman da işte tam böyle bir zat-ı muhterem. Onu dinlerken yumuşadığınızı, eserlerini okurken kendi sesinizle değil de onun sesiyle tatlı tatlı okuduğunuzu fark edersiniz. İkindi güneşi gibi sarıverir sizi; içinizi ısıtır, bulunduğunuz andan ve yerden yumuşacık bir geçiş yaptırır değerli olan her şeye.
Kubbealtı neşriyattan 2018 yılında çıkan “Gurbetnâme: Süheyl Ünver- Uğur Derman Mektuplaşmaları” son günlerde okuduğum ve ruhumu sarıp sarmalayan, yüzüme çocuksu bir tebessüm yayan, kalbimi yıkayan bir eser oldu. Nefis bir üslup, harikulade bir Türkçe!
Hat sanatıyla tanıdığımız, asıl mesleği eczacılık olan Uğur Derman ile ebru ustası, nakkaş aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Profesörü olan merhum Süheyl Ünver 1959 senesinde 11 ay boyunca mektuplaşıyorlar. Uğur Derman yirmili, Süheyl Ünver altmışlı yaşlarda. İstanbul’dan Amerika’ya gelip giden Osmanlıca mektuplar birer belge, birer seci örneği. Hatıraya, gezi türüne ve tarihe de ışık tutacak mahiyette. Genç yaştaki Uğur Derman’ın bilgisi, terbiyesi, dili kullanmadaki hüneri, Osmanlıca el yazısındaki intizamı onu gözümde dâhi yapıverdi. Cümlelerine hayran olmakla beraber, olaylara yaklaşım tarzı ve bugünle geçmiş arasında kurduğu bağı; okuyucuyu sıkmadan, kıvrakça, az sözle fakat dolu dolu anlatması beni çok etkiledi.
Süheyl Ünver ise talebesi Uğur Bey’in de tabiriyle bir “sanat fatihi”. Ayaklı kütüphane. Durmayan, oturmayan, nerede olursa olsun memleketi için çırpınan, yüce gönüllü bir hezârfen. Ulaşımda yaşadığı zahmete rağmen Amerika’da bulunduğu süre zarfında kütüphanelerinde araştırma yapıyor, biteviye okuyor, notlarından ve nakışlarından oluşan bir bavul dolusu defterle vatana dönüyor.
Başta talebe - hoca mektuplaşmaları gibi düşünülse de Gurbetnâme’deki mektuplarda iki iyi dostun, iki zaman yolcusunun, iki vatanseverin, iki sanatçının, iki İstanbul beyefendisinin seciyesini okuyor, onlar gibi olabilmeyi arzuluyoruz. Mektuplardaki hitaplar ve hitamlar, birbirlerini üzmemek için hep olumlu durumlardan bahsetmeleri, iltifatları o kadar zarif ki eseri elinizden bırakamıyorsunuz.
Eserdeki mektupları okurken yine bu tatlı ikilinin mektuplarına serpiştirdiği beyitler, dörtlükler, sergi haberleri, İstanbul’da o yıllarda başlayan istimlak çalışmaları, Kapalı Çarşı’nın kitabesinin düzenlenmesi, büyük hattat Üsküdarlı Necmeddin Okyay’ın her ikisi için de ne kadar büyük değere sahip olduğu, onun gözleriyle yaşadığı sıkıntının giderilmesi için verdikleri çaba, birçok hattatımızın ilk kez duyduğumuz bazı özellikleri ve daha nice hadiseleri öğreniyoruz.
Bu güzel mektupları okurken hüzünlendim aynı zamanda. Kaybettiğimiz tarifler arasında mektuplar da var çünkü. Yeniden dirilmesi gereken nadide bir tür oysa mektup. Mektup yazarken aldığımız hazzı ve karşılığını beklerken yaşadığımız heyecanı bugünkü nesle anlatmak güç. Mektup yeniden dirilmeli! Türk edebiyatının usta yazarlarından Tomris Uyar’ın her okuduğumda beni büyüleyen öyküsü “Çiçek Dirilticileri”nde olduğu gibi. Çiçekçi olan dedesinin mesleğini “çiçek diriltme” işi olarak adlandıran küçük bir kızın öyküsüdür bu. Ölmeye yakın olan çiçeklerin çürüyen yerlerini atıp suyla buluşturan dedesi onları diriltmiş olur. Küçük kız Şükrüye’nin ilk kez karşılaştığı dedesiyle öyküye başlık olan diyaloğu ise şöyledir:
“Çiçekler sizin mi?
- Benim.
- Hepsi mi?
- Hepsi.
- Ne yaparsınız bu kadar çiçeği?
- Satarım.
- Peki ya beğenmezlerse?
- Beğendiririm. Neden beğenmesinler? Bunca ter döküyorum. Bak, her akşam geniş bir kova alırım. Çiçeklerin çürümüş saplarını, kararmış yapraklarını ayıklarım. Köklerini biraz keserek kovadaki suda dinlendiririm. Yüzlerine sık sık su serperim. Sabaha dirilirler.
- Demek siz çiçek dirilticisisiniz? dedi Şükrüye. Bizim köşede öyle birine rastlamıştım. Bir de vazo satan bir adam görmüştüm; koca bir vazoyu kucağında dolaştırıp duruyordu. Param olsa alacaktım.
…
- Rozet satıcılığı gibi, dedi soluk soluğa.
- Sabun-köpüğü-üfleyicileri gibi! diye haykırdı Şükrüye.
- Kulunç çıkarıcılığı gibi, dedi ihtiyar.
- Vazo dolaştırıcılığı gibi, dedi Şükrüye.
Öykü bugün yazılsaydı “mektup dirilticiliği” diye devam ederdi zannımca. Bana göre “Gurbetnâme”yi hazırlayan Samiha Uluant Ataman da bir mektup dirilticisi. Altmış yıl boyunca saklanan mektupları gün yüzüne çıkardığı için, bize mektup türünün sıcaklığını Uğur Derman ve Süheyl Ünver’in eşsiz Türkçeleriyle tekrar yaşattığı için bir mektup dirilticisi. Peki ya mektupların asıl sahipleri sevgili Uğur Derman ve merhum Süheyl Ünver, onlar neyin dirilticisi?
BERDÜCESİ - Sayı: 3