PEMBELİ MORLU RİYA: Pozitif Ayrımcılığın Görünen ve Görünmeyen Çelişkileri

 

Elı̇f Sönmezışık

 

“Senin Max’in” isimli kadın hikâyesinde “küçük şeyler”in yok ediciliğine eğilen Alman yazar Elke Heidenreich, “Bizi perişan edenin savaş, yangın ya da kanser gibi büyük felaketler olduğu doğru değildi” cümlesine yer vererek karşısına küçük ve kişisel acıların gerçek perişanlığa sebebiyet verdiğini konduruvermişti. Zira hikâyenin içinde yer aldığı antoloji (Taş Duvar Açık Pencere), kadınların küçük dünyalarındaki “görülmeyen” sorunlarına eğilmekteydi. Cümle ilk okuyuşta, algıların etkisizleştirilerek konformizm salgınına bile isteye teslim olmuş dünyamızda ikna edici ve gerçekçiymiş gibi duruyordu; ancak bundan yıllar önce ilk okuduğumda da bu iknadan payımı alamamıştım. Çünkü en tasarlanmış haliyle bile gayri ihtiyari gibi duran yanıltıcı bir işaret taşıyordu. Çünkü büyük yıkımların küçücük metaforların arkasına saklandığı şu zamanda bu üç felaket (savaş, yangın, kanser), bütün perişanlığımızın temeline kurulmuş saatli bomba gibiydi. Çünkü tekil acılar, çoğul acılar karşısında anlamını bir anda yitiriveriyordu. Heidenreich ise “küçük” dünyaların etrafına kümelenen dar ufuklardan şikâyet ederek; aydınlanma heveslilerine “büyük” olanın idrakinden vazgeçmeyi tavsiye ediyordu. Buna edebiyatın gücüyle ayak diremekteydi.

 

HAKİKİ VE GİZİL SAVAŞLAR

 

Bugünkü nesiller hem parçalayıcı nitelikteki sahici savaşlardan hem de genellikle “sağdan gelen”, bereketli ve yapıcı görünen gizil savaşlardan ziyadesiyle payını aldı. Sahici olanların sonuçlarıyla her gün yüzleşiyoruz. Fakat gizil olanların tamamımız tarafından fark edildiği söylenemez. Fark edebilenlerin de tamamını fark edebildiği söylenemez. Gizil savaşlar, kültürel kodlama seferberliği şeklinde sürüyor. Tarih yazımı, sanatın köklerine dair tartışmalar, medeni kuralların modernizm, madde ve teknolojik üstünlüğe göre belirlenmesi, kodlama stratejisini belirleyen önemli unsurlar.

 

Dünya tarihi daha kaç kez yazılabilir? Elbette defalarca yazılabildiğini bize yine tarih gösterdi ve yazılmaya da devam ediyor. Batılıların çıkarları, Doğu’nun küresel bilgi hattında haklı çıkmasına izin vermedi. İşte bu haksız zafer, kültürel bakımdan da baskın çıkmalarını sağladı.

 

Gizil savaşların oyalayıcı ve sinsi taktikleri hayata geçirilirken hakiki savaşların tahrip ettiği toplumlar, hayatlar ve bilhassa kadınlar hep unutuldu/unutturuldu. Soğuk savaş sonrası dünyada yaşanan en sıcak savaşlar Müslüman topraklardaydı ve dolayısıyla mağdur olan kadınlar da Müslüman kadınlardı. Taliban sonrasında kadınların özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla gündemden düşmeyen Afganistan’da, 90’larda Bosna’da, ABD’nin Irak işgalinde yıllar boyunca yaşandığı gibi.

 

KADIN; AMA HANGİSİ

 

11 Eylül’ün darmadağın ettiği Ortadoğu coğrafyasının kör noktası sayılan Afgan diyarında istatistikleri tutulmamış korkunç savaş suçları işleniyordu. Kadınlara yönelik suiistimaller, ABD işgalinin ilk başladığı yıllarda ülke aydınları ve tarafsız basın çabasıyla gündeme getirildi. İşgali geri çekip arkasında bütün değerleri darmadağın edilmiş bir ülke bırakan Birleşmiş Milletler ise uluslararası ajanslara ve yayın organlarına Afganistan yakın tarihine dair kurguladığı bültenleri dağıtmaya başladı. Azaltarak tuttuğu ölüm çetelelerine bakıp idrakini eline teslim eden küresel bir budalalıkla karşı karşıya kaldık. Sanki o savaş suçlarını işleyenler, ülke yönetimini çözümsüzlüğe itenler, berrak yeşilleri devasa Guantanamo temsiline dönüştürenler onlar değildi. Kadın hakları savunucuları zulme uğramış Afgan kadınlarından kadınlardan hiç bahsetmediler. Time dergisine kapak olmuş “Afgan kızı” romantizminden ve burkalarını çekiştirmekten öteye gidemediler.

 

Parçalanırken içimizi parçalayan Yugoslavya’daki Boşnak kıyımının şahidi ve kurbanı yine kadınlardı. II. Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa’da bu kadar acımasızca sürebilen şiddet, katliam, vahşet ve soykırım görülmemişti. Üstelik uluslararası hukuka aykırılığına rağmen neredeyse vahşeti teşvik eden bir müsamaha gösteriliyordu. Soykırımı mümkün kılan; ırkî, millî, manevi, tıbbî ve psikolojik yok edişti. Boşnak kadınlar bu sebepsiz “intikam” sürecinde her türlü suiistimale maruz bırakıldılar; ölüm onlar için kurtuluş sayıldı. Fakat dünyadaki “bütün kadınların” hakları için yüz yıldan fazladır üstün çaba sarf eden feminist hareket, tarihin en utanç verici vahşetini yaşayan Bosna kadınlarını teğet geçti. Bosna savaşı sonrası bölgedeki insan (kadın) kaçakçılığına dair gerçek olaylara dayanan The Whistleblowe (Muhbir, 2011) filminde bu küresel ayrımcılığı ele veren replikte olduğu gibi; savaş kadınlarını korumak uluslararası emniyet güçlerinin işi değildi! Nitekim hayatı mahvedilmiş binlerce kadın sivil toplum örgütlerinden de yeterli destek görmeyecekti.

 

Sonra; hemen yanı başımızda meydana gelen Irak işgaliyle çığlıkların ve can acısının yankılarını daha yakından duyduk. Aslında bütün dünyanın duyduğu haykırışların sahibi, her türlü kötü muameleye tâbi tutulan Irak kadınlarıydı. Onlar da başlarına ne gelirse gelsin bir türlü “morlu pembeli” kadın hareketlerinin dikkatini çekemedi. Bosna ve Afganistan’daki kadınların -sırf aidiyetleri ve Müslüman kimlikleri yüzünden- dünyanın umurunda olmadığı gerçeğini bir defa daha hatırlıyorduk.

 

Sonra da Suriye kadınlarının mültecileşip vatansızlaştıkça belirsizleşen flu acılarına geldi sıra. Küresel feminizm; botlardan düşen, sınırda satışa çıkarılan, hayatta kalmak için birçok şeye zorlanan, kimlik kaybı yaşayan ve hiçleştirilen kadınları da görmek istemedi. Devamlı tehlikede oldukları hiçbir gizem ve şüphe barındırmayan işgal mağduru kadınlar, “mor” çatılara sığamadı/ sığınamadı. Batı’nın kanatları altına girenler ise çocuklarından, geçmiş yaşantılarından ve daha birçok şeyden vazgeçmek zorundaydılar.

 

Bu kadınlar gözle görülebilen kadınlardı; gören gördü, körün umurunda olmadı.

 

KANSER GİBİ YAYILAN YİTİM VE BOZGUN

 

Son otuz yıl içinde üç neslin tanıklığında yaşanan bu savaş/ işgal cehennemindeki kadınlara yönelik ulusal ve uluslararası zulüm hâlen görünür olmayı başaramadı. Kadınların inanç ve kültürel aidiyetlerine göre, korunma ve desteklenme noktasında çifte standarda maruz bırakıldığına dair en son fotoğraf Afganistan’da çekildi. Batı cephesinde özgürlük umudu arayışıyla sınır kapılarını zorlayan Afgan kadınların durumu; yirmi yıldan beri ABD işgali altında yaşanan ve dünya kamuoyuyla paylaşılmayan acı hatıraları, çelişkilerini ve bütün iç çatışmalarını resmeden bir fotoğrafa dönüştürdü. Belki de işgal boyunca cellatlarına vatanlarından daha çok saygı duymayı öğrenmişler, başka bir Müslüman ülkeden medet ummayacak kadar yabancılaşmışlardı. Savaş/işgal her bakımdan Batı’nın galibiyetiyle sonuçlanmıştı.

 

Uluslararası hukuk, emniyet ve askerî camianın, savaş/işgal toplumlarındaki ilk gayreti, Barış Gücü veya Batı menşeli kolektif asker birlikleri tarafından işlenmiş savaş suçlarına dair verilerin yayılmasını engellemek, kendi aleyhinde olan verileri ortadan kaldırmak oluyor. Olaylar küllendikten birkaç yıl sonra kendi bildikleri tarihi yazıyor, birliklerini kurtarıcı gösteriyor ve bu kurgunun o toplumlarda yaygınlaşmasını sağlıyorlar. Art arda iki nesil arasında meydana gelen algı ve bilgi farkları, toplum içi çatışmaları tetikliyor ve “kurgu” bilgiler nesillerin kadim değerlerle arasını açıyor. Hâlen bu toplumlarda kadınlar, evde ve çocuk yetiştirmede önemli bir rol üstleniyor. Aile içi şiddetin “kadına şiddet” mottosuyla güncellenerek sıcak savaşlarda yaşanan savaş suçlarından daha fazla konuşulduğu dünyamızda, tekilleşme teşvikini kabullenir hâle gelmelerine, tekil acılarına odaklanmalarına, aile dayanışmasının yok edilmesine çalışılıyor. Eğer savaş şiddetinden yara almadan kurtulabilmişlerse ve sığınma ihtiyacı içindeyseler, şahitlikleriyle birlikte kimliklerini de geride bırakmaları isteniyor. Bütün bunlar, savaş toplumlarının dağılma biçimini nüfustan öteye taşıyor. Birlik-beraberlik duyguları, sılaya geri dönme arzuları örseleniyor. Millî, manevi ve ahlaki değerleri yitime uğruyor. Öyle ki kendi toplumlarının ortak acılarına karşı duyarsızlaşıyorlar. Böylece irtifa kaybeden insanlığın karşısında maneviyat savunması tahrip edilmiş, gizil bir savaş daha zaferle sonuçlanıyor.

 

Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden çıkıp göçe zorlanan ve akın akın Batı’ya gitmeye çabalayanlar da savaşı her türlü kaybetmiş görünüyor zaten. Birçok Müslüman kadın, dinî ve millî kimliğini yitirmek pahasına Batı toplumlarına, kadın savunmacılarına kendilerini kabul ettirme çabasını sürdürüyor ama ne kadar çabalasalar benliklerini ne kadar kaybetseler de “korunaklı” bölgeye kabul edilmiyorlar. Mülteci, göçmen, sığınmacı ötekileştirmesi ve Doğu/ Müslüman toplumla olan köken bağları yakalarını bırakmıyor.

 

Kadını feminizm ekseninde destekleyen kurum, kuruluş, anlayış, düşünce ve işlevsel ya da değil bilumum unsurların tamamına yakını, savaş suçlarının ana “malzemesi” olan, savaşta/işgalde bütün şartlara rağmen hayatta kalmaya çabalayan, hem kendinin hem de şahit olduklarının acılarıyla yoğrulmuş kadınların mağduriyetiyle ilgilenmiyor. Gelin görün ki çifte standardı elden bırakmayan feminizm, küresel hegemonya tarafından geniş fonlarla desteklendiği bir devri yaşıyor ve evrensel gündemin zirvesinde. Sanat, edebiyat, sosyal bilim ve psikoloji sahalarında üst düzey propaganda teması olarak boy gösteriyor. Popüler ya da sanat metinlerinde can bulduktan sonra sinema ve TV dünyasına yansıyan, kadın kelimesinin aşırı kalın yazıldığı, kadın aklının erkeğe üstünlüğünün altı kalınca çizili olarak vurgulandığı yapımlar bütün yayın organlarını kuşatıyor. Festivaller, organizasyonlar ve kadına yönelik faaliyetler gün geçtikçe artıyor.

 

Bütün bu feminizm coşkusu, kadınların hakiki acılarına merhem olmuyor ve bir kadın ilâhî ilkelere bağlı kaldığı müddetçe umursanabilir bir canlı bile sayılmıyor. Yani bunca tantanana, hakikatini ve fıtratını yaşamaya azmetmiş bir kadına hiçbir şekilde faydalı olmadığı gibi, gelecek nesillerle arasını açan fikrî ve pratik zararlara gebe bırakıyor dünyayı.

 

Küçük, tekil ve bir nevi spesifik acılardan bahsetmiştik değil mi? Bunca hakiki ve çoğul acının karşısında şehirli kadın bunalımları, konfora boğulmuş depresyonlar, modern yalnızlıklar, sözde ihtiyaç uydurukçuluğuyla tüketim sapmalarından doğan buhranlar ve bağımlılıklar ne kadar samimi görünebilir ki… Yine de bu türden, tekil acılara odaklanmış kronik körlüğün karşısına hangi hakikatle çıkarsanız çıkın size uzanacak bir el bulamazsınız

 

BERDÜCESİ - Sayı: 1