RENGÂRENK
Bir gün içimde barındırdığım renklerden utanacağım hiç aklıma gelmezdi. Kırmızı, mavi, mor, pembe. En çok da kırmızı. Ah akılsız başım, Allah’ın yazmadığını böyle mi yazdıracaktım! Annemle babamın yüzlerine bakacak yüzüm yoktu ama yine de şöyle bir göz ucuyla baktım. Tepeden tırnağa “Biz şu an ne yaşıyoruz?” şaşkınlığı vardı üstlerinde. Onlar içten içe kime ne diyeceklerini düşünürlerken muhtemelen başına ilk kez böyle bir vaka gelen doktor, ciddi bir problem olabileceğini düşünüp “Bir de psikoloğumuz görsün hanım kızımızı.” deyiverdi. Bütün bu rezalet yetmezmiş gibi adım “deli”ye çıkabilirdi. O birkaç saniye süren sessizliğin beni nasıl darmaduman ettiğini bir Allah bilir, bir ben bilirim. Üçü de şaşkın ve üzgün bakışlarıyla bir anlam yaratmak istiyorlardı. Onların yaratamadığı anlam, kör bir kuyu olup beni dibine çekiyordu. Diplerde bir yerlerde bir psikolog kollarını açmış beni bekliyordu.
- Ne zaman başladı?
Ne zaman mı? Aslına bakarsanız Doktor Hanım, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yaratıldığı zaman başladı her şey. Herkesin çifter çifter yaratılıp benim tek bırakıldığım zamanlar… Unutulmuş muydum? Sanmıyorum. Nitelikli bir tercihti bu. Teklik olacaktı ki çift olmak anlam kazansın. Zıtlıklarla bilinme meselesi yani. Her neyse, konuyu kadere getirebilirim ama tasavvufla ne alakası var değil mi? Allah yazmamış ve ben tek kalmışım. Hepsi bu. Bugün bir tufan kopsa, bütün kalbimle inanıyor olsam bile Nuh’un gemisine binemem. Almazlar. Tekim çünkü. O mesele öyle değildir ya, neyse…
Düşündüm de her şey Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yaratılışından çok sonra başlamış da olabilir. Mesela kendimi bir daha hiç rastlamayacağım bir aşk hikâyesinin orta yerinde bulduğum günler… Ne günlerdi be! Ayağım yere basmıyor, kalbim yerinde durmuyor, aklım ondan başka bir şey düşünemiyordu. Ne eksik ne fazla, evleneceğim adam işte oydu. Huyumuz suyumuz, boyumuz posumuz, hayallerimiz hep aynıydı. Aynı hayalin içinde, çocuklarımıza koyacağımız isimleri bile konuşmuştuk. Evlenmekten hiç bahsetmese de evli olmayı düşleyip durduk… Nasıl anlatmalı bilemiyorum ama çok çiçekli günlerdi diyebilirim sanırım. Karşılıksız bir aşk olsaydı yerlerde sürünürdüm, biz göklerde uçuyorduk. Uçtuk, uçtuk… Ta ki, bir tiyatrodan çıktığımız güne kadar. Kalabalığın arasından sıyrılıp kaldırıma ulaşınca karşımıza çıkan arkadaşı ayaküstü sohbet arasında “Abi senin büyük kız hangi okula gidiyordu?” diye soruverdi. O nasıl bir soruydu öyle, ne saçma bir soru! Gözlerini benden kaçırarak verdiği cevapla gökyüzünden yere çok sert bir şekilde çakıldım. Ruhumun acısı hâlâ geçmedi. Kim âşık olduğu adama evli misin diye sorar ki? Ben de sormadım. Sorulan ve sorulmayan sorular arasında lime lime oldum.
Nar, baykuş bibloları ve bebek… Pardon, bebek değil matruşka. Koleksiyonlarınızı çok beğendim Doktor Hanım. Benim de koleksiyonlarım var; söz hatıraları epoksi magnetler, nişan hatıraları mendiller, kına gecesi hatıraları kına kutucukları, nikâh hatıraları tohum bombaları… Hepsini paraya çevirme imkânım olsa yeni bir abiye alabilecek kadar para ederler. O kadar çoklar ki. Bir de nişan yüzüğü kurdelelerinden kesilip yutmam için avucuma tutuşturulmuş kurdele parçacıkları vardı. Kırmızı, mavi, mor, pembe. En çok da kırmızı. Neymiş; o kurdele parçasını yutan bekârların kısmeti açılırmış, sıra onlara gelirmiş. Saçmalık, batıl inanç. İnanır mıyım hiç böyle şeylere, inanmadım tabi.
Ne zaman başladı diye de sormuştunuz. Ben size nasıl devam ettiğinden bahsedeyim. Hani ne derler; beni ne doktorlar, ne mühendisler istedi… Ama olmadı, içim atmadı, kafam sarmadı, kalbim ısınmadı, dilim bağlanmadı. Kime baksam aynı yüzü görmeyi, aynı bakışın içine akmayı diledim. Karşıma çıkan herkeste aynı ruhu aradım. Bulamadım. Altın günü sırası bizdeyken annemin arkadaşlarından biri “At beslenirken, kız istenirken Gültenciğim. Bak yaşın otuz oldu, gelen taliplerini reddetme artık, sonra çok pişman olursun.” demişti. Nasıl zoruma gitti. Bir tek atlarla kıyaslanmadığım kalmıştı, o da oldu. Atlardan bahseden bu kadınlar nasıl anlasın beni? Ben de istemezdim tek kalmayı ama olmayınca olmuyor. Denemedim mi sanıyorsunuz? Denedim. Arkadaşımın tanıştırdığı muhasebeci bir beyefendi vardı mesela. Çok beğenmiş beni, arkadaşımın kafasının eti yemiş, arkadaşım da benim kafamın etini yedi tabi. Sevdiğini alamadıysan aldığını seversin diye ikna ettim kendimi. Ruhuma işleyen o iz, gözüme işlenen o bakış yoktu ama iyi birine benziyordu. Epey de ilgi gösteriyordu. Hatta baya baya sevgili olduk diyebilirim. Neredeyse üç ay olmuştu. Son günlerde morali mi bozuktu, dediği gibi işleri mi yoğundu anlamadım. Konuşmalarımız, görüşmelerimiz sekteye uğradı. En son, müsait olunca seni arayacağım demesinin üstünden iki hafta geçmişti ve hâlâ beni aramasını beklerken facebookta paylaştığı nişan fotoğraflarını gördüm. Benim kalbim daha nasıl kırılsın Doktor Hanım? Atlardan bahseden kadınlara nasıl anlatayım kalbimdeki yaraları?
Ne zaman, diyordunuz. Mevsim yapraklarını hızla çevirirken durup güz temizliği yaptığımız bir gündü. Annem eskimiş, belki lazım olur diye biriktirip durduğu fazlalıkların arasına beni de katıp konteynere indirmek isterdi eminim, ama laf sokmalarıyla evdeki fazlalığımı bütün hücrelerime kadar hissettiriyordu. Kimse istemez tabii evde kalmış otuz üç yaşındaki kızının başını bekleyip durmayı. Ben mutfağı toplarken seslendi, gel şunun ucundan tut, dedi. Ucundan tutacağım şeyi görünce herhalde altını üstünü temizleyip tekrar yerine koyacaktır diye düşünmüştüm. Ucundan tuttum yemek takımımın. Kömürlüğe kadar indirdik. “Kalabalığı gitsin, ayağımızın altında durmasın” dedi annem. Diğer çeyiz kutularımı çoktan indirmişti. Kararıp kaldım. O karanlık kömürlükten bir çıkış yolu bulmalıydım. Neyle karşılaşacağımı bilmiyordum ama bana talip olan ilk kişiyi kabul edecektim. Ne tanıdık bir iz arayacaktım, ne bildik bir bakış. Sevmesem de olur.
Çok geçmedi yeminimin üstünden. Her şeyin bütün sıradanlığıyla yolunda gittiğini zannettiğim bir gündü. Komşumuz Müşerref teyze çaya davet etti annemle beni, kısır yapmış beraber yiyelim diye. Sohbet, muhabbet dönüp dolaşıp oğluna geliyordu ne hikmetse. Oğlunu övüp göklere çıkarırken ben de biraz ümitlendim tabii. Neden ümitlenmeyim! İlk kez oğlunu böyle ballandıra ballandıra anlatıyordu. Özellikle de bana bakarak… Durduk yere anlatmadığı belliydi. O güne kadar hiç aklımdan geçirmesem bile neden olmasın, dedim içinden. İşinde gücünde, fena biri de değildi oğlu. Üç yaş küçük ama olsun, evliliklerde kadının yaşı büyükse daha mutlu oluyormuş çiftler. İstatistikler bunu söylüyormuş. Kimin yalancısıyım hatırlamıyorum. Artık daha fazla beklemeyeceğini, helal süt emmiş bir kızla oğlunu evlendirip torunlarını büyütmek istediğini söylerken yanaklarıma fazladan kan pompalanmaya başlamıştı bile. Kısa bir sessizlikten sonra “Gültenciğim” dedi Müşerref teyze, kalbim çarpa çarpa parçalanacaktı az daha. Hayatımın dönüm noktasına gelmiş olabilirdim. Kömürlükteki çeyiz kutularımı aydınlığa kavuşturabilirdim. Evet mi demeliydim, bilmem ki mi demeliydim, yoksa babamlar bilir mi? Belki de birbirimizi yakından tanımak için biraz zaman vermelerini isteyebilirdim. Artık naz yapacak yaşta değildim ama doğrudan atlamak da olmazdı. “Gültenciğim, senin bildiğin, tanıdığın, bize tavsiye edebileceğin şöyle eli yüzü düzgün, güzel, bekâr bir kız var mı çevrende? Bizim oğlanla tanıştırsak… Sevaplarını alırsın.” Sevap toplamaya başlayacak kadar yaşlanmıştım demek…
O gece yastığım dikenlerle kaplıydı sanki ne tarafa dönsem batıyordu. Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyordu. Kırılmaktan yorulmamışım gibi bir de kendi kendimi paralıyordum. Sonu gelmeyecek bir iç çatışmanın tam ortasındaydım. Sabah kalk, ye iç, günü geçir, akşam yat, sabah tekrar kalk… Bu dünyaya ne katıyordum ben? Hiç. Dünya bana ne veriyordu? Fazlalık olma hissi. Bir elin üstünde durduk yere çıkan siğil gibi hissediyordum kendimi bu evde. Burada var olmuşsun ama senden kurtulmak istiyorlardı. Sosyal medyalar iç savaşımı körüklüyordu. Elimde telefon, bir kocasının elinden kahve içen arkadaşlarımın yüzlerce like alan mutlu fotoğraflarına bakıyordum, bir de kendi kutu gibi odama. Kutu… Kutu. Evet, o kutu geldi aklıma. Şu koleksiyonlarımın olduğu çekmecedeki küçük kutu. İçinde rengârenk kurdele parçacıkları vardı. Kırmızı, mavi, mor, pembe. En çok da kırmızı. Hiç inanmadım onlara ama verenlerin de bir bildiği vardır belki diye düşündüm bir an. Hem bir taneden bir şey olmazdı ki, denemekten ne çıkar! Üşenmeden kalktım, kırmızı bir kurdele parçasını yuttum, gidip yerime yattım. Hiç içime sinmedi ama. Otuz üç yaşında kocaman bir kadındım ve sadece küçücük bir kurdele parçasından medet umuyordum. Gidip bir tane daha yuttum. Peşinden bir tane daha… İnsan neler neler yutuyor da hazmediyor Doktor Hanım, bunlar mı dokunacak dedim, hepsini yuttum. Bir yumak olup mideme yapışıp kalacaklarını hiç hesaba katmadım. Gerçi hangi hesabım tuttu bu hayatta da bu tutsun! Bir gün sonra başlayan mide bulantılarımı, hâlsizliklerimi kapı ile pencere arasındaki cereyana bağladım. Bir avuç kurdeleden sonra içten içe kısmetimi beklerken gözlerimi hastanede açtım. Operasyon başarılı geçmiş, içimde bir tane bile kurdele parçası kalmamış.
- Biblolarıma dalıp gittiniz Gülten Hanım, konuşmayacak mısınız? Ne zaman başladı diye sormuştum.
Ne zaman mı? Aslına bakarsanız Doktor Hanım, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yaratıldığı zaman başladı her şey.
Tanzimat Dönemi’nden itibaren dil ve edebiyat eleştirilerine bakıldığında Türk edebiyatında yeniliğin edebî türlerden önce eleştiride başladığını görürüz. Bu sayıda bizim de dosya konumuz, kıymeti kendinden menkul bazı edebî eserlerin eleştirisidir. Bu konu, edebiyat tarihimiz içerisinde geleceğe kaynaklık edecek bir muhtevaya sahiptir. Eleştiri, iyi ve doğru olanı bulup yaymak amacına hizmet ediyorsa anlamlı ve değerlidir. Kıymeti kendinden menkul eserler, nitelikleri abartılan eserler için kullanılan bir ifadedir. Bu sayıda Türk edebiyatında haddinden fazla değer verilmiş, aşırı yüceltilmiş eserleri yazarlarımıza sorduk. İncelenen eserlerin seçimini yazarlarımıza bıraktık. Yazarlarımız eleştirilerini yaparken doğru olanı ciddiyetle önermekten de kaçınmadılar.
Zeynep Sayman
BERDÜCESİ - Sayı: 9