STİLETTO
Kaç yıl oldu hatırlamıyorum ama bir cumartesi gününün öğleden sonrasıydı. Hafta sonu tatilinin ilk yarısında ev halkına kahvaltılarını yaptırmış, çocukları kurslara dağıtmış, pazar ve market alışverişlerini yapmış, mutfağı toplayıp alışverişi yerleştirmiş ve bir “çalışan süper anne” olarak ev temizliğine başlamıştım. Bütün bu işleri kendim için zevkli ve çekilir hâle getirmenin yollarını bulmuştum; salon temizleniyorsa TV’ye kulak vermek, evin diğer kısımlarında ise coşkulu müzikler eşliğinde silip süpürüp toz almak gibi…
Eğer işim bitmiş, çocuklar hâlâ gelmemiş ve bana vakit kalmışsa, bu rutin hayatımda günün finali bir Türk kahvesi eşliğinde müzik dinlemekti. Yine bu döngü içerisinde, tam da salonu temizlerken televizyondan bir kadının konuşması kulağıma takıldı ve istemsizce izleme ihtiyacı hissettim. Bir berjerin uç kısmına, arkasında sopa varmışçasına dimdik oturmuş, orta yaşın üzerinde, bakımlı, diksiyonu düzgün ve oldukça özgüvenli olan bu kadın, üstenci ve didaktik bir üslupla biz kadınlara nasihat veriyordu. O kadar iddialı ve kendinden emin konuşuyordu ki kayıtsız kalmak imkânsızdı. Bir taraftan toz alıp bir taraftan da söyleniyordum: “Ne güzel de yargı dağıtıyor bak hele! Bilmiyor kimlerin nerede ne hayatlar yaşadığını… Senin dediğin cemiyet hayatlarını kaç kadın yaşıyor şu ülkede acaba?”
Sonra sonra kadının cümleleri nedense zihnimde büyümeye başladı. Bu cemiyet hayatı hakkında yargı dağıtan, ismini bile bilmediğim hanım, “Her kadının ayakkabılığında en az bir tane stiletto ayakkabısı olmalı; siyah abiye birkaç kıyafeti dolabında asılı durmalı; yoksa kadınlığını sorgulasın! Ben rahat yürüyemiyorum, abiye giyemiyorum bahanesini de kabul etmiyorum; bunlar kadınlıktan uzaklaşmayı, rolünü reddetmeyi, kadınlık duygularını zaman içinde öldürmeyi ifade eden düşüncelerdir.” diye sıralıyor, resmen tüm bahanelerimi elimden alıyordu.
Önce stiletto ayakkabıyı merak ettim: “Ne ola ki?” Kızsam da, söylensem de nihayetinde ben de bir kadındım ve onaylanmam buna bağlıydı! Arama motoruna hemen başvurup bu cahilliğime bir son vermeliydim. Fakat öğrendiklerimden hiç memnun kalmadım; nitekim ömrümde giymediğim, ayakkabı alırken fersah fersah kaçtığım, “Bunları giyip nasıl ayakta durabiliyorlar?” diye hayret ettiğim ayakkabılardı bunlar… Upuzun sivri topukları ve içine beş parmağın birden nasıl sığabildiğine hayret ettiğim uç kısımlarıyla tüm stiletto görselleri karşımdaydı. İşte acı gerçekle yüzleşmem de böyle oldu: Düğünümde bile topuklu ayakkabı giymemiş olan ben, nasıl kadındım? Dolabımda bahse konu ayakkabılardan bir tane bile yoktu işte! Abiyeyi ve elbiseyi gerektiğinde ve kendimce bir şekilde hallediyordum; fakat bir stiletto ayakkabım yoktu. Oysa bunu bize ne ergenliğimizde, ne üniversitede okurken, ne de evlilik ve annelik rollerini harala gürele bir koşturmacayla yaşarken kimse söylememişti.
İçsel olarak bununla dalga geçsem de bir şeylerin eksikliği, birilerinin bizi onaylamayışı ve bunu en zayıf noktamız olan “kadınlık” üzerinden vurgulaması aklımın bir köşesine yerleşmiş ve beynimi kemirmeye başlamıştı bile. Belki bunun sebebini bulurum diye genç kızlığımın ve ergenliğimin geçmiş sokaklarında dolaşıp durdum günlerce. Annelerimizin okumamızı ve meslek sahibi olmamızı “Kocanızın eline bakmamalısınız” mottosuyla zihnimize yedi yirmi dört işlediği nesildik biz… Hâliyle, hayatımın üniversiteye kadarki kısmında düşünce dünyama ne bir abiye, ne de stiletto girmişti. Bizim zamanımızın lise mezuniyetlerinde coşkuyla kutladığımız önemli konulardan biri, “formalardan kurtulmuş olduğumuz” gerçeğiydi. Hepimiz istediğimizi giyip okula gidebilmenin dayanılmaz özgürlüğünü düşlediğimizden topuklu ayakkabı giymek kimsenin aklına gelmezdi zaten… Hatta düğün dernek olduğunda bile bu durum değişmezdi. Üniversitede de yenidünya görüşüm ve beraberinde gelen tesettür anlayışında, o yılların modasında stiletto, rugan, hatta düz bir ayakkabı bile kabul görmezdi. Bizler o zamanlar çok büyük davaların, ideallerin, düşüncelerin arkasında koşarken giyemezdik zaten stilettoyu; düşerdik(!) Arkadaş çevremi düşündüğümde, tesettürlü ya da tesettürsüz, hepimizin ayağında dümdüz kolej ayakkabıları ve botlar olduğunu anımsadım. Belki üniversite mezuniyetinde ortam buna müsait olmuş ve arkadaşlarımız stiletto giymişti; ama kıyafet tercihimizden ötürü mezuniyet törenine dâhil edilmediğimizden, ne giymek ne de giyeni görmek nasip olmuştu. “Vah bize!” dedim içimden; “Eksik kalmışız; büyük eksiklik…” Yıllar içinde arkadaşlarımın hepsi bu eksikliği görüp telafi etmiş gibi, bir tek ben kalmışım gibi bir his kapladı içimi. Beynimin içinde bir ses benimle dalga geçiyor, diğer bir ses de bunu telafi etmemi salık verip konuyu gündeminden hiç düşürmüyordu. Peki, ne yapmalı, bu açığı nasıl kapatmalıydım?
Ertesi gün bu konuyu öğretmenler odasında paylaştım. Amacım nabız yoklamak; kimlerin telafi edip, kimlerin benim gibi eksik(!) kaldığını görmekti. Kadınlığı sorgulanan yalnız ben miydim yoksa hepimiz mi bu özellikten yoksunduk? Cevap çok geçmeden geldi; öyle ya da böyle herkesin abiyesi de vardı, stilettosu da! Kalmış mıydık benim gibi stiletto yoksunu birkaç arkadaşımla baş başa? Kimi, “Bir düğün için aldım; giymiyorum ama dolapta duruyor,” kimi, “Sadece günlerde giyiyorum,” kimisi de, “Çeyizime geldi, hiç giymedim; aslında giymek lazım,” diyordu. Bense konuyu dalga geçmek için açmışken yenik pehlivan gibi sessizce dinledim anlatılanları.
Gün geçtikçe ayakkabılarımı farklı gözle uzun uzun inceler olmuştum. Hepsi çok rahat, sağlıklı ve ortopedik, fakat kadınsılıktan da fersah fersah uzaktı. Bak Allah’ın işine, bu kadınlık ne zor, ne menem bir şeydi; üzerimizdeki beklenti hiç bitmiyordu. Becerikli olacaktın, organizasyon yeteneğin güçlü olacaktı, leb demeden Çorum’u ev halkının ayaklarına serecektin, kariyer sahibi olup para kazanacak, anneliği ihmal etmeyecek, kadınlığından ödün vermeyecek, evde de olsan dizi çıkmış eşofman giymeyecek, hem zayıf, hem de bakımlı olacaktın. Evin derli toplu ve tertemiz olacak, mutfağın yemek kokularından geçilmeyecekti. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de şimdi “stilettolu dolap” koşulu gelmişti. TV’deki program bitmiş gitmiş, kadın söyleyeceğini söylemişti. Üstelik belli ki hitap ettiği kitle ben değildim. Gel gör ki içimdeki ses susmuyordu. “Her kadının dolabında bir stilettosu olmalı!”
Yok, bu böyle olmayacaktı. Onu susturmanın tek yolu, bu ayakkabıyı alıp dolaba iliştirmekti. Yetiştirmem gereken sınav kâğıtları, ders notları, iş sorumlulukları yokmuş gibi kendimi ayakkabıcıda bulmuştum. Utana sıkıla, satıcının muhtemel inanamaz bakışlarını görmezden gelip, “Bana rahat yürüyebileceğim stiletto ayakkabı gösterebilir misiniz? İlk defa alacağım ve yürüyeceğim de; ona göre bir model olursa sevinirim,” dedim. “Gerçekten ilk kez deniyorsanız ancak bununla yürüyebilirsiniz,” dediği ilk ayakkabıyı deneyip, bir şey de anlamadan “Tamam, oldu bu,” dedikten sonra hızlıca satın alıp oradan adeta kaçmıştım. Bu arada, ne kadar da pahalıydı bu stilettolar!
Koşar adım eve gelmekteki amacım, yeni ayakkabılarımı hazır evde kimse yokken giyip yürüyebilmek ve iç sesimin “Aldın ama yürüyemeyeceksin” cümlesini susturmaktı. Nitekim korktuğum da oldu: Yürümek şöyle dursun, ayakta kalabilme sürem bile saniyelerle sınırlıydı. İlerleyen günlerde evde odadan odaya, duvarlara tutuna tutuna dolaşmayı başarmıştım. Eşimin ve çocuklarımın gülmesi riski bile umurumda değildi. Öyle ya, dolapta durması yetmiyordu. “Yürüyemiyorum” kolaycılığına kaçmamalı, bunu başarmalıydım. Üzerime sorgusuz sualsiz aldığım kadınlık ve annelik rollerinin gerektirdiği tüm sorumlulukların yanına “topuklu ayakkabıyla yürüyebilen kadın” başarısını da eklemeliydim. Ekledim de nitekim bu becerimi(!) sadece nadiren toplanan ev gezmelerinde kapıya en yakın koltuğu tercih ederek ya da birkaç kez düğüne gittiğimde yedek ayakkabı götürüp ilk fırsatta değiştirerek icra edebildim. Hatta bir keresinde ayağımı burkup düşmekten son anda eşimin müdahalesiyle kurtulup, günlerce ayak bileğimin şişkinliği ve ağrısıyla uğraştım. “Ama olsun,” dedim; bu önemli değildi. Artık benim de dolabımda giyebileceğim, hatta giyip de yürüyebileceğim bir stilettom vardı. Önemli olan tek şey de buydu.
Nereden mi geldim şimdi buralara? Mevsim değişikliği münasebetiyle dolaplar elden geçiyor malum... E benim de yıllardır elimi sürmediğim bir stilettom var. İç sesim, “Artık beklediği yeter; gitsin biraz da başka dolaplarda, başka kadınlara eşlik etsin, onların eksik hissettikleri kadınlıklarını tamamlasın,” dediyse de kıyamadım vermeye. “Dursun,” dedi “makul ve şefkatli kadın” tarafım. “Dursun ki ona ne zaman baksam, sözde eksik ve yetersiz olduğumu hissettirmiş bu üstenci dayatmayı hatırlatsın ve ‘Sen neleri başardın, sen ne güzel bir kadın, ne güzel bir anne, ne güzel bir eşsin…’ diyerek kendime şefkatle sarılıp, kimseden beklemeden kendimi takdir edebileyim.”
Betül Karapınar