TOPRAĞINDAN OLAYDI

 

‘’Ah ah!’’ derdi Büşra. ‘’Bizim oraların üzümleri olaydı, böyle buruş buruş mu olurdu!’’

 

‘’Daha koruk iken yemeye başlardınız’’ diyerek gülerdi Duygu.

 

‘’Eyvah eyvah! Büşra’dan yine üzümün faydalarını dinleyeceğiz’’ der şakalaşırlardı. Sonra dostuna hak vererek, içerisinde bulunan; çinko, demir, magnezyum, fosfor, sodyum gibi birçok vitaminin insan vücuduna faydalarını hatırlardı. Meyve kelimesi üzüm için kifayetsiz kalırdı. Bu kabarcık üzümü, yazın doya doya yenmesinin yanında, kışın da kendisinden bahsettiren eşsiz bir nimetti. Öyle ki kabarcık üzümünün preslenmesinden elde edilen üzüm suları ile yapılan pekmez, bastık, pestil ve sucuklar ağızları sulandıran tam bir lezzet şöleniydi. Bu ürünler insanın nadiren tadabileceği; bir kere tattıktan sonra da her zaman yemek isteyeceği eşsiz lezzetlerdi. İnsan vücuduna sağlık ve enerji vermesiyle ünü bütün dünyaya yayılmıştı. Duygu bir an ağzının sulandığını hissetti. Büşra nasıl da bulaştırmıştı bu hissi ona. Okul bitince ne yaparlardı. Büşra’nın annesi Fatma Teyze her güz büyük bir sepet kabarcık üzümü hazırlardı. Ahşap bir sandıkta ise cevizli sucuk, pestil ve fıstıklı samsalarını gönderirdi.

 

‘’Büşram ne ise sen de benim için öylesin. Kışın zihniniz açılsın, bedeniniz sıhhatli olsun, şifa niyetine yiyin yavrularım’’ derdi.

 

Fatma Teyze, Duygu’yu her yaz Maraş’a davet ederdi. Onun bu cömertliği Duygu için çok kıymetliydi. Bir teyzesi olsa ancak bu kadar severdi.

 

‘’Kızım gelin de kendi elinizle batırın ateşteki kazana sucuklarınızı, teknesinden için şıranızı ‘’ derdi. Neden gitmiyordu? Belki de şu dillere destan kabarcık üzümünü memleketinde ziyaret etme vakti gelmişti.

 

Manav tezgâhında gördüğü üzüm gözünde nasıl da büyümüş Maraş için yola çıkmaya fikri gönlüne düşmüştü. Alışverişini tamamlayıp aceleyle eve dönerken, annesini aradı. Hafta sonu Kahramanmaraş’a gitmek istediğini söyleyip izin istedi.. Annesinin olumlu cevabıyla daha da bir heyecanlanan Duygu, koşar adım eve gitti. Kapıyı açtı içeri girdi. Büşra da okuldan gelmişti.

 

“Büşra, Büşra!” diye heyecanla seslendi.

 

‘‘Ne oldu’’ dedi. Büşra aynı heyecanın sirayet etmesi ile

 

“Gidiyoruz” dedi.

 

‘Nereye gidiyoruz Duygu? Çatlatırsın insanı!’’

 

“Şu anlata anlata bitiremediğin Kabarcık üzümünün memleketine...” Büşra o an sevinç çığlıkları attı. Babası az önce aramıştı.

 

‘’Özledik, gel hafta sonu, derslerin yoğunlaşmadan’’ demişti.

 

“Yaşasın!”

 

Şimdi çok duygu ve heyecan dolu bir hafta sonu olacaktı. Birlikte iken mutsuz olmaları imkânsızdı. Takışmaları dahi eğlenceli ve şakayla karışık olur, birbirleriyle atışan ozanlar gibi sonu tatlıya bağlanırdı...

 

Nihayet cuma günü sabah olmuştu. Bu ânı günlerdir sabırsızlıkla bekliyorlardı. Güneşten önce uyanıp giyinmiş, akşamdan hazırladıkları sırt çantalarını alıp aşağıda kendilerini bekleyen taksiyle yola koyulmuşlardı.

 

Havaalanına geldiklerinde gün henüz ağarmamıştı. Sabah mahmurluğuyla gişenin önünde sıraya girdiler. Biletlerini alıp uçağa geçtiler. Kaptan pilot yolcuların yerlerine yerleşmesi ile yolculuğun bilgilerini paylaşarak ‘‘İyi uçuşlar.’’ diledi. Duygu ile Büşra o an birbirlerinin yüzlerine bakarak, gözlerindeki heyecanı paylaştılar.

 

Duygu yükselen uçağın içerisinde, hayranı olduğu İstanbul’u seyre daldı. Uçağın bulutlara selam verip, semanın uçsuz bucaksız genişliğinde yol alması muhteşemdi. Çok severdi uçak yolculuklarını. Bulutların arasından geçerken boşlukta kanat çırptığını hayal eder, aşmakta zorlandığı konuları gözden geçirir, çözüme kavuştururdu.

 

Büşra, uçağın tekerlerinin piste değmesi ile gözlerini açtı. Tebessüm ederek “Hazır mısın?” diye sordu Duygu’ya hazır olduğunu bilerek.

 

Piste yerleşen uçağın kapılarının açılması ile yolcular birer birer uçağı boşaltmaya başladılar. Sırt çantalarını alıp çıkışa yönelen Büşra ve Duygu heyecanlarını kontrol etmeye özen gösteriyorlardı.

 

Büşra’nın babası havaalanının kapısı önünde bekliyordu. Büşra’nın;

 

“Babacığım, siz zahmet etmeyin biz geliriz.” sözlerine çok kızmıştı.

 

“Ne yani misafirimizi karşılamayalım mı!” diyerek Anadolu insanının irfanını, misafire verdiği değeri göstermişti.

 

“Hoş geldiniz kızlarım!” diyerek karşıladı onları.

 

“Hoş bulduk Mehmet Amca” diye cevap veren Duygu otomobilin arka sağ koltuğuna yerleşip camı indirdi. Mehmet amcanın kontağı çevirmesi ile tekerlekler asfalt yolda dönmeye başladı.

 

Duygu radyodan gelen türkü eşliğinde etrafını seyre daldı. Nihayet Kahramanmaraş’taydı. Ne biliyordu bu şehir hakkında?

 

Kahramanmaraş’ın havasının, suyunun güzelliğini hep duyardı. Hele her bir ferdi madalyalı tek şehrin kahramanlarıydı. Abartıyorlar mıydı diye dudak bükerken, asla dedi! Büşra’yı epey zamandır tanıyordu. Ne güzeldi Büşra’sı. Bir kere cömertti, dürüsttü, çalışkandı. Biraz deli idi ama iyi ki de öyle idi. Yoksa şu üç günlük dünya nasıl çekilirdi? Gerçekten bu şehir kâmil insan yetiştirmekte mahir idi.

 

Kahramanmaraş hakkında başka neler bildiğini düşündü. Bir kere lezzetleri, tatlıda da acıda da zirve idi. Dondurması, acı biberi dünyaca ünlü idi. Mutfağının temelleri saray mutfağına dayanıp zenginliği tescillenmişti. O el sanatlarını, kuyumculuğunu, bakırcılığını geçtim, o ipeklere iğne ile mühürlenen nakışları, sırmaları, oyaları gibi ne kadar zengin eserleri vardı. Sırf el sanatları mı? Edebiyat ve şiir de ki ihtişamları sanki yedi güzel adamla taçlanmıştı! Geniş ve çok zengin bir kültür şehriydi. Bunlarla beraber tabiat güzellikleri, akarsuları ne de güzeldi.

 

Asfalt yol bitmiş, stabilize yola çıkıyorlardı. Yolun sonunda, etrafı taş duvarlarla örülmüş yazlık bir ev göründü. Bu şirin evin mavi kapısı misafirlerine açılıyordu.

 

“Nihayet!’’ diyordu Büşra.

 

Kapının önünde annesi ve küçük kardeşi Ahmet bekliyordu. Babası kapının sol tarafında bulunan incir ağacının altına arabayı park edip içeri girdi. Duygu ve Büşra sırt çantalarını alarak eve girdiler. 

 

‘‘Hoşgeldiniz, safalar getirdiniz.’’ diyen Fatma Teyze’ye sarılıp hasret giderdiler.

 

Burası mavi büyük kapı ile girilen, dört tarafı yüksek taşlarla örülmüş, çeşit çeşit ağaçlar bulunan Maraş’ın bağ evi dediği yazlık evlerinden biriydi. Dağın eteğinde bulunan Gafarlı Bağ Evleri’nin manzarası insanları çok etkilerdi. Duygu, bir anlık şaşkınlığın ardından etrafına bakınmaya, çevresini incelemeye devam etti. Önlerinden aşağılara kadar çakıl taşları ile döşenmiş dar yola baktı. İçgüdüsel olarak aşağıya yöneldi. Yol iki katlı taştan eve uzanıyordu. Sağ tarafında bulunan kayısı ağacının büyüklüğü, yıllardır orada olduğunu ispatlar gibiydi. Bahçenin sol tarafında kalan ağaçlar, elma ağaçlarına benziyordu. Evin önünde, sol alt tarafında etrafı rengârenk karanfiller, kasımpatılar, balıkağzı ve güllerle dolu saksılarla çevrilmiş kamelya vardı. Daha ilk anda mis gibi kokan çiçekler arasında kendini cennette gibi hissetmişti Duygu. Kamelyanın bağı gören kenarında büyük bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı.

 

Büşra, Duygu’nun bu şaşkın halini sonlandırmak için;

 

“Hadi çok acıktık. Kahvaltımızı yapalım da sürprizi kaçırmayalım.” diyerek elinden tutup kamelyada ki masaya getirdi.

 

Kahvaltı masası bembeyaz bir örtü serilip özenle hazırlanmıştı. Kocaman bir tabak odun ateşinde kızardığı kokusunun keskinliğinden belli olan kızartmalar, peynirler, pekmezler masada hazırdı. O bembeyaz tereyağı ve altın sarısı bal kendisine ne kadar da acıktığını hissettirmişti.

 

‘’Hadi kızım oturun şöyle sedire başlayın yemeye, daha yapacak çok işimiz var.’’ dedi Fatma Teyze gülerek. İnce ekmeklerini uzattı, besmele ile servise başladı. Güzel sohbet eşliğinde memleket havasında yapılan kahvaltı hem ruha hem bedene şifaydı. Nimetlerin asıl sahibine şükrederek kalktılar sofradan.Fatma Teyze,

 

“Kızım kıyafetlerinizi odanıza bıraktım hazırlanıp gelin.” diyordu.

 

Duygu Büşra’ya bakıp göz kırptı. Büşra yine bir film çevirecek gibi duruyordu.

 

Büyük iki katlı taşla örülmüş evin giriş katında sağ tarafta misafir için ayrılan odaya girdiler. Oda sabun kokuyordu. Tam kapının karşısında üzerinde ayna bulunan ahşap bir dolap onun üst kısmında ise bir yatak bulunuyordu. Yerdeki kilim ile penceredeki keten perdenin uyumu odaya huzuru doldurmuştu. Yatağın üzerinde katlanmış çok renkli başörtüsü ve aynı tonlarda şalvar duruyordu. Duygu,

 

“Bunları giymemi istemeyeceksin değil mi?” diye sordu.

 

Büşra, ‘’Emir büyük yerden.’’ dedi kahkahalarla. ‘’Hem ben de giyeceğim, benimki de kırmızıs.ı’’ dedi.

 

Kapıdan çıkan Büşra’nın ardından Duygu pantolonunu çıkarıp pembenin her tonunun hâkim olduğu göçmen şalvarını giydi. Aynı uyumdaki yazmasını başına bağladı. Aynanın karşısına geçti. Aynadaki kendine inanamadı. ‘‘Kıyafet insanı nasıl da değiştiriyor?’’ dedi. Duygu değildi de sanki bir başkası olmuştu. Gülmekten kendini almaya çalışarak odadan çıktı.

 

Karşısında Büşra’yı görünce bu sefer tutamadı kendini. Kızların kahkahaları taş evin içerisinde yankılanıyor, neşeli gürültüleri tüm evi sarıyordu.

 

Evin yan tarafından bahçeye doğru ilerleyip üzüm bağlarına inen merdivenin başına geldiklerinde Duygu dikkat kesildi. Bağın bir ucundan diğer ucuna kadar, komutanın hazır ol emri ile muntazam şekilde sıralanmış üzüm asmaları vardı. Yeşil yapraklar üzümleri güneşten kıskanırcasına saklama mücadelesini veriyordu. Olgunlaşmış salkımlar, güneşin galibiyetini sergiler gibiydi.

 

Duygu büyük bir coşkuyla,

 

“Merhaba, efendim nasılsınız? Sizin şu üzümgiller ailesinin en meşhuru olduğunuz ta İstanbul’lardan duyuldu. Dayanamadık kalktık kendi memleketinde bir tadalım meşhur kabarcık üzümünü dedik. Acaba rica etsek bir hetif alabilir miyiz?” dedi ciddiyetini bozmadan.

 

Hetif kelimesini Büşra’dan öğrenmişti. Bir üzüm tanesine hetif derler bizim oralarda, diye anlatmıştı. Her kelime kendi yöresinde ne kadar da anlamlıydı.

 

Asmadan koparıp, aldığında, yuvarlak, incecik zarının altında çekirdeği ve lifleri görünüyordu. Duygu, kabarcık üzümünü ağzına götürdü. Balonları ağzında patlatıyor gibi hissetti, “Hımm enfes!”

 

Büşra, “Duygu’cuğum, biliyor musun? Yavuz Sultan Selim Han, Dulkadiroğlu Beyliği’ni Osmanlı topraklarına katınca Bertiz kabarcık üzümü ikram edilir. Padişah üzümün lezzetini çok beğenir ve sorar;

 

‘Kabarcık üzümünün lezzeti havasından mı, suyundan mı yoksa toprağından mı geliyor?’

 

‘Padişahım, bu üzüme lezzetini veren, buraların havasıdır’ denir.

 

Padişah, ‘Eğer toprağından deseydiniz bu toprağı İstanbul’a taşıtırdım.’ demiş. Yani haşmetli Sultan bile Kahramanmaraş’ın havasına hayran kalmış.”

 

Duygu, “Ya gerçekten mi? Keşke toprağından olsaymış, Sultan yıllar önce bu toprağı taşıtır, biz de bu güzel üzümü İstanbul’da doya doya yerdik.” dedi gülerek.

 

‘‘Yalnız o mu? Meşhur Evliya Çelebi gelmiş, geçmiş buralardan. Hayran olmuş üzümlerinin lezzetine.’’ dedi bir ses.

 

Duygu ile Büşra aynı anda sesin geldiği tarafa döndü. Büşra, sesin sahibinin komşu Hatice Teyze olduğunu görünce, ‘‘Gerçekten mi Hatice Teyze?’’ dedi.

 

Hatice Teyze, ‘‘Essah ya kızım. Okulda öğretmediler mi meşhur gezginin kitabını?’’ diye sitemle sordu.

 

Büşra cevap veremedi bu sorusuna.

 

O sırada yukarıdan, “Büşra, haydi sizi bekliyoruz!” diyen annesinin sesi duyuldu.

 

Asıl macera daha yeni başlıyordu…

 

Mislina Evliyaoğlu

 

BERDÜCESİ - Sayı: 11