UÇURTMANIN İPİ
“Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum”
Alışılmışın dışında kalan şeylere yeltenmezdi Bahar. Henüz çocuk yaştayken önü kesilmişti onun. Saçlarını örgüden başka model yapmasına, televizyonun karşısında mayışıp uyumasına, dondurmayı üzerini kirleterek yemesine ya da güneşi sarıdan başka renge boyamasına izin verilmemişti. Geçenlerde mezun olduğu mühendislik fakültesinden diplomayı aldığı gibi bizim de yazgılarımızı birbirine bağlamışlardı, kırmızı nişan kurdelemizi keserek. Birbirini yıllardan beri bilen iki ailenin çocukları olduğumuz için tanışıp flört etmemize gerek duyulmadı. Apar topar halledildi söz ve nişan işleri. Kendimizi iki tane alyans ile kameralara gülümserken bulduk.
Babasına ilk başta, henüz evlenmeyi düşünmediğini, hazır olmadığını filan söyleyip bu fikri savuşturmaya çalışmıştı muhakkak. Ama sonunda alışılagelmiş bir çaresizlik hissinin uzantısı olarak kendini benimle aynı karede bulmuştu. Şu okula gidilecek, şu meslek yapılacak, şu delikanlıyla evlenilecek. Bunların hepsi onun iyiliği içindi. Maceraya gerek yoktu. Gözlerinin önünde büyümüş o tehlikesiz damat adayıydım ben. Karakterimin ücra yerlerine gizlenmiş ve bastırılmış duygularımın olma ihtimali kimsenin aklına gelmiyordu. Bir psikopat, bir sosyopat olabilirdim. Ne var ki iyi bir adamdım. Bana dair bilmedikleri tek şey Bahar’a karşı olan platonik hislerimdi. Bir gün ailem beni Bahar’la baş göz etme teklifiyle geldiğinde durup düşündüm. Görünen oydu ki ben hür irademle gidip ona açılamayacaktım nasılsa, o halde kaderin gidişatına şükredip her şeyi akışına bırakabilirdim.
O gidişat beklediğim gibi olmadı tabii. Sıradan bir nişanlı çift gibi davranmaya çalışıp rol yaptık bir süre. Birbirimizi tanımak amacıyla yaptığımız görüşmelerde elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyor, nasıl bir sohbet konusu açacağımı dahi kestiremiyordum. Bizden bir düğün tarihi bekleyen ailelerimizi oyalamak benim görevimdi. Ocak, şubat ayaz olur, mart kapıdan baktırır. Nisan, mayıs polen mevsimi, Bahar’ın alerjisi yükselir. Haziran ramazana geliyor, temmuz, ağustos kâbus gibi sıcaktır. Eylül iyidir, ekim de güzeldir ama yağmurlar başlayıverir. Bahar kır düğünü istiyor neticede. Kasımda aşk başkadır ama nikah pek de başka olmaz, tam hastalık mevsimidir. Aralıkta günler kısadır, insanı depresyona ve intihara sürükleyen bir aydır üstelik.
Evliliğin ertelemesi bende bir sabırsızlık veya endişe değil aksine güven hissi yaratıyordu. Hayatı hep aceleye gelmiş birini daha fazla arkadan ittirmek acımasızlık olmaz mıydı? Günler böyle akıp giderken Bahar beni bir sevgili değil bir dost gibi benimseyip bana içini döker oldu. Başlarda bu durumdan hoşnut olmuştum. Bahar konuştukça ve hatta içine gizlediklerini haykırdıkça kabuğunu kırıyordu. Yüzündeki renkler canlanıyordu sanki. Benim tanıdığım, sevdiğim kadın olmaktan uzaklaşıp hayranlık duyduğum, ulaşılmaz birine dönüşüyordu.
İçine dolan anlık heveslerle her gün yeni bir fikirle dikiliyordu karşıma. Peşi sıra sürükleniyordum. Onun yörüngesindeydim nasılsa ve neyle mutlu olacaksa onu bulmaya en az onun kadar gönüllüydüm. Babası bazı bağlantılar bulmaya uğraşıp ona iyi şirketlerde iş görüşmeleri ayarladıkça Bahar, gittiği yerlerde kendini beğendirmemek ve yetersiz göstermek için elinden geleni yapıyordu. Babası durumu fark ettiğinde kızılca kıyamet koptu tabii ama karşısında duran Bahar’ın birkaç ay öncekiyle aynı kişi olmadığının farkında değildi adam. Böylece ilk isyan bayraklarından birini alenen çekmiş oldu Bahar. Kolay olmadı elbette kendisine dikte edileni yapmamak. Gözü korktu ama artık yanında bir işbirlikçisi vardı ve benim tüm bu olup bitenlere şahitlik ediyor olmam onu rahatlatıyordu. Babasına ağzını açıp tek bir kelime edemedi ama benimleyken boşalttı sinirlerini. Ağlarken yaslanılacak bir omuz olarak oradaydım ve zar zor topladığı şeylerin yeniden dağılmasına izin veremezdim.
Diğer taraftan ilgi alanlarını keşfetme dürtüsü ve arayışlar devam ediyordu. Tuval, boyalar, fırçalar... Bazı spor dalları... Tenis, yüzme, voleybol... Çabuk sıkıldı bunlardan. Ama belli etmedi. Eski nesnelerin dünyasında gezinmeyi sever belki deyip yıllanmış bir daktilo, gramofon ve birkaç plak aldım. Bir süre odasına kapanıp bunlarla hüzünlü birkaç akşam geçirdi o kadar. Düşünce dünyasındaki ikircikli yapıyı ve benden gizlediğini sandığı memnuniyetsizliklerini herkesten daha iyi tanıyabilir durumdaydım artık. Günden güne damıtılmış bir sükunete kavuşurken iç dünyasında baskıladığı o eski karanlığı kâğıda dökmeye yeltendi. Belki de hamurunda bir yazar olma istidadı vardı. Sadece bana okuttuğu birkaç yazı denemesinin edebi birer faciadan başka bir şey olmadığını ona söyleyemedim elbette. Neyse ki kendisi bu durumun farkına vardı ve o işi de yarıda bıraktı.
Doğum gününde ona bir fotoğraf makinesi aldım. Böylece başladı kuş fotoğrafları çekmeye. Sokakları gezip kayda değer kareler aradık. Ormanların derinlerine daldık, denize açılıp martıları kovaladık. Yeşilin ve mavinin en güzel tonları onun gözbebeklerine yansıdı. Kaydettiği görüntüler kanat çırpışlardı. Havalanışlar ve gökyüzünde öylece süzülüp gitmeler... Bunu fark etmek içime nedensiz ve adı konulmamış bir korku tohumu ekti ilk defa.
Rüzgârlı bir günde renkli bir uçurtma tutuşturdu elime. Martıları, gökyüzünde esrik bir edayla süzülen o uçurtmayla beraber fotoğrafladı. Karenin içinde ben yoktum.
Kuşları sadece sanatsal ve tek tip bir bakış açısıyla fotoğraflamak ona yetmemiş olacak ki vahşi doğada veya ormanlarda türüne ender rastlanan kuşları da ölümsüzleştirmek istiyordu. Ve nişanlandığımızdan beri ilk kez benden gizli bir iş çevirmiş, vereceğim tepkiden çekinip kendince bir araştırma yapmıştı. Bu işin en iyi nerede yapılabileceğini, ünlü kuş fotoğrafçılarını ve bu alanda nasıl uzmanlaşabileceğini günlerce kurcalayıp durmuştu. Bununla da yetinmeyip birilerine ulaşmış, bu konuda eğitim almak istediğini belirtmişti. Bir yerden olumlu cevap aldığında ise dünyası yeniden yaratılmış gibi sevindiğini söylüyordu. Karşıma geçip bunları mütereddit bir tavırla anlattığı zaman buğulanan gözlerimi kaçıracak bir yer aradım. Kararını çoktan vermiş, en sarsıcı haberi ise sona saklamıştı.
Güney Amerika’ya gitmek istiyorum.
Bir bardak soğuk su içip beni ekseninden dışarıya nasıl ittiğini seyrettim. Oysa ben ona olan hislerimin yoğunluğuyla baş edemediğimi fark etmiş, onunla konuşmaya niyetlenmiştim. Yıllardır içimde bekleyenleri açık yüreklilikle açığa çıkaracak, ayaklarımızın artık yere basması ve kaderimize bir yön vermesi için onu düşünmeye itecektim. O da benimle, tek başına uzak bir ülkeye gitmek istediğine dair bir konuşma yapmak istiyormuş meğer. Yüzüne yayılan mesrur ifadeyi fark etmenin verdiği his çok keskindi bu kez. Başını ne yöne çevirirse çevirsin aynı yöne baktığımızı sanmam benim zavallılığımdandı demek ki. Bahar bir gün aramaktan sıkılacak ve esas bulması gerektiği şeyin burnunun dibinde olduğunu fark edecek demiştim kendime. Beni benimseyeceği vakte kadar beklerdim. O an sessizleşip ruhumdan iplik gibi süzülen incecik bir hüznün gölgesine sığındım. Ne bir vazgeçiş vardı içimde ne de tam bir sahipleniş.
Normalde düğünle ilgili planlar yapması gereken biz, herkesten habersiz Bahar’ın Güney Amerika’ya gitmesi için gerekli ayarlamaları yaptık. İki nişanlı değil de iki sıkı dost gibi olmaya devam ettik. Bana can sıkıcı bir vazife yüklemişti. Her şeyi açıklayan bir mektup yazmış, kendisi gidince onu ailesine vermemi rica etmişti. Ve her iki tarafa da olup biteni anlatmamı, onların bu durumu kolay kabullenmesi için elimden geleni yapmamı istiyordu. Kendimde o gücü bulabileceğimden emin değildim ama tamam deyip geçiştirdim.
Gideceği gün gelip çattığında onu havalimanında uğurlayan tek kişi bendim. Bana her şey için nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu. İçime çöreklenmiş bir karanlığın koynundaydım, fark ediyor muydu bilmiyordum.
Veda saati gelince bir şey demesine fırsat vermeden eline uzandım ve sağ yüzük parmağındaki alyansı yavaşça çıkardım. Sonra da kendi alyansımı çıkarıp ikisini avcumun içine aldım. Kendimi ondan teklifsizce koparıyor oluşumu fark edince ifadesinde şaşkınlık belirdi. Yüzüğünü geri isteyecek yüzü de bulamadı muhtemelen. Olduğumuz yere kök salmış iki çınar gibi uzun uzun dikildik oracıkta. Ağırlaştık, durduğumuz zemine fazla gelmeye başladı yüklerimiz. Bana nişanlı olduğumuzu ilk defa hatırlamış gibi ürkütücü bir hayretle ve suçlulukla bakıyordu. Gözlerine aylardır çöreklenmiş olan sis adeta dağılmış, ilk defa beni görme fırsatı bulmuştu. Bu fark edişten mi yoksa gitmenin verdiği tedirginlikten mi bilmiyorum, gözyaşları yanaklarını ıslatmaya başladı. Bu manzara ile ondan ayrılmak istemiyordum, onu böyle hatırlamamalıydım. İstediğim son şeydi pişmanlık veya minnet hissine kapılması.
Biz ne olacağız hiç konuşmadık dedi çatallaşan bir sesle. Susmasını rica ettim. Aslında burada da eğitim alabilirdim, ama sen de hiç fikir vermedin. Aralıksız izledim çaresizleşen yüz hatlarını. Bir şey söyleseydin, gitme filan deseydin ne bileyim. Geveleyip durması tahmini ne kadar sürerdi acaba? Biz nişanı bozuyor muyuz şimdi? Kendini iyi hissetmesini dileyerek sakince gülümsedim. Niye susuyorsun? Yüzükleri cebime koydum. Uçağı kaçırmamak için artık gitmesi gerektiğini söyledim. Birbirimize veda etmeyi başaramadık. Sarsak adımlarla kontrol noktasına yürümesini izledim. Defalarca arkasını dönüp durdu.
Elime tutuşturduğu renkli uçurtmanın ipini bırakmak üzereydim.
…
"Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım”
Emame Akman Harmancı
BERDÜCESİ - Sayı: 9