YERSİZ DÜNYANIN YURTSUZ KADINLARI
Fadim Özer Kasay
Sinemanın cinsiyeti yoktur, sinemacının cinsiyeti vardır.
Agnès Varda
Sinema imgelerden yani göstergelerden oluşan bir film evrendir. Bu film evrende kadın imge söz konusu olduğunda, kadın ve erkek yönetmen ayrımından söz edilebilir. Yönetmenin cinsiyeti, imgenin nesne mi özne mi olduğu noktasında belirleyicidir.
Feminist Kuram’a göre en temelde özne-nesne karşıtlığı vardır. Karşıtlıkların ilki etkin, ikincisi ise edilgindir. Yani ilki özne-fail iken, ikincisi şey-nesnedir. Özne her türlü kararı verir ve uygularken nesne bu kararlara uymakla yükümlüdür. Nesnenin özne tarafından yönlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda özne sorumluluk sahibi iken nesne sorumsuz diyebiliriz.
Agnès Varda, 1985 yapımı Yersiz Yurtsuz (Sans toit ni loi) filminde nesne ve özne çerçevesinde flanöryen göstergeleri izleyici ile buluşturur. Baudelaire, flanör’ü ilk olarak Modern Hayatın Ressamı yapıtında, Lassalle-Bordes’un La Mort de Cléopâtre adlı tablosunun yer aldığı sergide ilgisizce dolaşan biri olarak ortaya koyar. Biz ise Mona karakteri ile Yersiz Yurtsuz filminde bir flanöz ile karşı karşıya kalırız. Fazlasıyla başına buyruk olan Mona, bazen izleyiciye bu kadar da olmaz dedirtir. Özellikle çiftçi aile ile olan diyaloglarında flanöz kavramını daha net görürüz. Kendine yatacak bir yer ve bir kazanç kapısı aralayan bu aileye karşı sorumsuzluğu, ilgisizliği ile adından tam bir flanöz olarak söz ettirir. Onu sadece kendine yakın gördüğü Tunuslu işçi ile çalışırken görürüz.
Tam bir başına buyruktur Mona. Film boyunca hareket halinde göreceğimiz Mona’yı filmin başında donmuş, cansız bedeniyle gösterir bize yönetmen. Bir çiftçi tarafından, üzerinde kimliği bile bulunmayan bir kadın cesedinin bulunması ve cesedin kimsesizler mezarlığına gömülmesiyle başlatılan soruşturma neticesinde film başlar. İzleyici iki hafta öncesine bir yolculuğa çıkar ve Mona’nın otostopla devam eden seyahati ve bu seyahat boyunca yaşadıkları ve karşılaştıkları insanlar hakkında bilgi verilir. Bu bağlamda Varda’nın, Godard’ın sinemanın yedi günahının karşısına koyduğu yedi erdemden biri olan çoklu anlatım yapısını kullandığını görürüz.
Fransız Yeni Dalga sinemasının etkisiyle bir sanat eseri ortaya koyan Varda, Mona’yı bize aktarırken asıl mesleği olan fotoğrafçılığı da bize yansıtır. Sinematografik yönüyle de ilgileri üzerinde toplayan filmde; örneğin röportajlardaki insanlar ve kamera sabit dururken, gözlerimiz Mona’yı hiç yakalayamaz. Filmin başında donmuş bir şekilde gösterilen Mona, filmin geri kalan kısmında kadraja sığmaz, flanöz bir karakter olarak hep özgür ve başına buyruktur. Kaydırma planla çekilen filmde tersine bir akış söz konusudur. Bu akış içerisinde her şey net ve sabitken sanki sadece Mona hareket ediyormuş gibi bir hal söz konusudur.
Feminist Kuram’ın kendini hissettirdiği filmde kadının tarihte adının silinmesi vurgusu yer alır. Mona adını aynaya yazmak istediğinde erkek karakter olan David adını siler ve “hiçbir şekilde iz bırakmamalısın” der. Cesede ait çantadan kimlik çıkmaması ile toplumda kadının yerine dair bir gönderme yapılmıştır.
Filmde dikkat çeken bir diğer husus ise Varda kimseyi günah keçisi yapmaz. Her karakteri kendi bulunduğu iklimde değerlendirir. Mona’yı yüceltmez. İnsanları tıpkı hayatın içinde olduğu gibi verir. Biz filmde aslında Mona’nın hayatından çok, hayatlarına dokunduğu insanlar hakkında bilgi ediniriz. Bir flanözün gözünden kadın olmayı, insan olmayı okuruz. Herkesin bir diğerinin hayatına yabancı, aynı zamanda bir diğerinin hayatı hakkında yorum yapıp eleştirme yetisine haiz olduğu gerçeğini, buz gibi denize girerken yüzümüze çarpar Mona. Tunuslu işçinin yersiz yurtsuzluğu ile kendi hayatı arasında bağlantı kurması da sırf bu nedenledir.
Varda bu filmde sinematografik olarak da çok başarılıdır. Dramatolojiyi o kadar güzel sahnelemiştir ki Mona’nın kokusunu ekran karşısında biz de alırız. Profesör kadın ile kafede çekilen sahnede sadece eller yakın plandan seyirciye verilir. Birinin bakımlı elleri ve diğerinin kirli bakımsız elleri ile nesnel ve öznel kadın vurgusu yapılır.
Varda’nın filmindeki başkarakter Mona’yı eski Roma’da da görürüz. Eski Roma’da yapılan toplantılarda kadının asla ruhunun olmadığı ve öteki hayatta tekrar diriltilmeyeceği yönünde kararlar alınmıştır. Roma kanunlarında ise kadın, erkeğe tabi olan eşyalardan biri olarak görülmüştür.1 Müslüman bireye on beş asır önce verilen hak ve özgürlüklerden günümüz dünyasında (özgürlüklerin bir şekilde üstünün karartılması nedeniyle) söz etmek ne yazık ki mümkün değildir. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir coğrafyada kız evladını ayağa kalkarak karşılayan bir Peygamberin örnekliği karşımızda durmakta. 1789 yılında Fransız Devrimi sonrasında demokrasi ve özgürlük için İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin yayımlandığı Fransa’da 1985 yılında çekilen bu filmde kadının nasıl kimliksiz, tarihte yer edinememiş yersiz yurtsuz oluşunu görürüz. Oysa on beş asır öncesinden kadına verilen değeri yakamıza takıp onurla taşımak en büyük gururumuz olsa gerek...
BERDÜCESİ - Sayı: 6